26 Ağustos 2011

Kim bu aileler...



14 Yaşımdaydım Vehbi Koçu ilk tanıdığımda, Erdek'te kamplar bölgesinde Pınar otelin önündeki boş arsada çadır kurardık her yıl arkadaşlarımla, elinde bir duble viski ile şezlonga oturarak bizi izlerdi dakikalarca, sonra sohbetlerimiz başladı, bir dede edasıyla keyifli keyifli anlatırdı hayat'dan, belleğimde ne kaldı o günlerden bilmiyorum ama sonra okuduklarım çok şaşırtmıştı beni, hani  büyüklerimiz söyler ya "çok laf yalansız, çok para haramsız olmaz" diye,insan bazan düşüyor da her sözün altında bir gerçek payı var..

İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler Romanya’daki zengin Yahudiler’i ortadan kaldırmak istedi. Bunu haber alan 800 zengin Yahudi STRUMA  isimli gemiyle İstanbul açıklarına geldiler,Türk hükümeti Almanlar’ın baskısıyla gemidekilerin karaya çıkmasına izin vermedi,İngilizler de o sıralar Yahudiler’i istemiyorlardı.

Karantinaya alınan gemiye sadece yiyecek ve içecek veriliyordu,gemide Romanya’da iş yapan ABD’li “VACUUM” şirketinin sahipleri olan Yahudi iş adamları da bulunuyordu,şirkette üst düzey görev yapan Oxford mezunu Vera Rosenberg isimli casusun katkılarıyla CIA’dan Türkiye’deki bir iş adamına “Ne yap ne et bu kişileri kurtar” emri geldi.

Hiç vakit kaybetmeyen bu akıllı iş adamı Vehbi Koç dönemin güçlü isimlerinden İhsan Sabri Çağlayangil‘e koştu, tartışmasız Türkiye’nin en iyi istihbaratçılarından olan Çağlayangil, Başbakan’a bile haber vermeden gemideki zengin petrolcü aileyi çıkardı, kendisine yanaşacak bir liman bulamayan talihsiz gemi STRUMA ise torpille Karadeniz’in sularına gömüldü,103′ü çocuk olmak üzere 778 kişi öldü. Sadece David Stoliar adlı bir yolcu sağ kurtuldu, uzun yıllar Struma’nın neden battığı bilinemedi,1960′larda Sovyet arşivlerinden çıkan belgeler ışığında, bir Sovyet denizaltısı tarafından torpido ile vurularak battığı anlaşıldı.

Savaştan sonra VACUUM şirketi SOCONİ ile birleşti ve merkezini İstanbul’daki radyoevinin yanına taşıdı,zengin aileyi kurtaran Vehbi Koç da bugünkü Koç oldu,yani anlayacağınız gösterdiği başarı karşılıksız kalmadı, birileri “Yürü ya kulum” dedi.

Türkiye'yi gerçekte Türkler mi yönetiyor? Şu an buna hiç inancım kalmadı, Boğazın iki yakasını parselleyen ailelere bakıyorumda  Başbakanın miting meydanlarında söylediği şu söz geliyor aklıma, "Boy değil soy önemli, soy" Evet Başbakan önemli olan soy'sa sizin de Kırım yahudisi olduğunuz yazılıyor, Koç ailesinin de, Ülker ailesinin de, neden bunları yalanlayıcı bir beyanat veya bir mahkeme kararı göremiyoruz.

İnsanın ailesinin bağlarından yararlanıp bir yerlere gelmesi kadar doğal bir şey olamaz, ama bu diğer insanların önünü kapatacak,hakkını gasp edecek ve ülke menfaatlerini baltalayacak nitelikte ise o zaman iş değişir,toplumları ayakta tutan şey, değer yargılarıdır, bu toprağın insanlarıyla hiç bir kültürel bağı olmayan küçük bir mutlu azınlık, değer yargılarımızı tahrip ederek toplumumuzun geleceği ile oynamaktadır.

Boğazın iki yakasını parselleyen ailelere bir bakın, Türkiye'nin gündemini belirleyen merkezlerde nasıl etkili olduklarını göreceksiniz, bu ailelerin siyaset, sanat, finans, medya,sivil toplum kuruluşları ve toplumsal alanlarda hep söz sahibi oldukları gerçeğini kim inkar edebilir, işte memleketin varı yoğu, gizlisi açığı, atası babası, donu gömleği, mafyası, şeytanı ve tüm cümle haltı bu çirkin ilişkilerde yatıyor.












Yahudiler ve Kürtlerin bir ortak yanı da şudur, ikisi de bir yere yerleşene kadar mazlumu oynarlar ve onları yerleştikten sonra söküp atmanız pek mümkün değildir, çok hızlı bir şekilde yayılır ve büyürler.




Türk Milletinin ve Devletinin açıkça kaderini belirleyen kararlar Boğaz kıyısında alınmakta, daha sonra bu kararlar patronlar aracılığı ile siyaset sahnesindeki aktörlere dikte edilmektedir, bu gerçek gelmiş geçmiş bir çok hükümet içinde geçerlidir, evet bu ülkede derin Devlet her dönemde vardı, ama derin din hiç bu kadar kuvvetli olmadı bu ülkede, bir bakıyorsunuz bu aileler mevcut hükümet ile kucak kucağa, bir bakıyorsunuz bir birlerine bel altından vuruyor, dengesiz olan kim? bu aileler bir program dahilin de çalışıyor ve organize oluyor, yani sistemli, ne yapacağı beli olmayan adeta bir serseri mayın gibi yönü her an değişen hükümetler.

Evlilik bağlarıyla kollarını genişleten bu ailelerin hangi birini ele alacaksınız ve onlarla nasıl rekabet edeceksiniz, bu çok mümkün görünmüyor, sistemli ve organize bir siyasetle halk sindiriliyor, baskı altına alınıyor, adeta kendi topraklarınızda yabancılaştırılıyorsunuz, ay sonu ödediğiniz tüm faturaları önünüze serin, bakın bakalım içinde kaç tane gerçek Türk şirketi bulacaksınız!.

Evet, birileri bu Milleti hızlı bir şekilde bataklığa çekerek bizleri layık gördükleri hayat'ın bilinmezine doğru tekmeliyor, ama nasırlaşmış kıçlarımız ne yazık ki hala bir şey hissetmiyor, durmak yok yola devam edalarıyla aynı suyu içtiğimiz belleklerimize kazınıyor, aynı suyu bilmem ama aynı sütü içenler hep Boğaz'ın serin sularında geğiriyor nedense, yoksa bazı sütü bozuklar nasıl bir araya gelebilirdi böyle.

Tüm bu ailelerin iplerini takip ettiğinizde yolunuz koca bir hanedanlığa çıkıyor, evet Dünyanın kanını emen, hangi taşı kaldırsanız altından çıkan Rothschild hanedanlığı, Türk sağını, Türk solunu, ulusalcısını ve adına muhafazakar denilenleri istediği ipte oynatan bir güç, bu Millet yarın uyandığı zaman!!!
Biz kimiz! Burası neresi! Biz neredeyiz! Sorularını kendisine soracaktır...


Tufan Genç

23 Ağustos 2011

BU RAKAMLARA DİKKAT!!!!





 * * * Neden her seçim öncesi 'Sünniler ve Siyaset' değil de 'Aleviler ve Siyaset' tartışılır....?

 Alevi-Bektaşi Federasyonu Genel Sekreteri Turan Eser  rakamlarla yanıtladı bu soruyu...

 Verdiği rakamlar, tartışmaya yer bırakmayacak kadar net bir tablo sergiliyordu.
 Bu rakamları yorumsuz olarak sizlerle paylaşmak istiyorum:

 ***Türkiye'de kaç okul var ?........... ........67.000

 ***Kaç hastane var ?........... ......................1.220

 ***Kaç sağlık ocağı var ?........... ......... .....6.300

 ***Peki kaç cami var ?........... ..................85.000

 Her 60 bin kişiye 1 hastane düşerken, 350 kişiye 1 cami düşüyor.

 ***Peki, kaç kilise var ?........... ..........270

 ***Kaç cemevi var ?........... ...............100

 ***Türkiye'de kaç doktor var ?........... ..........77.000

 ***Peki, kaç din görevlisi var ?........... .........90.000

 Türkiye'de her 900 kişiye bir doktor düşerken,her 780 kişiye bir din görevlisi düşüyor.

 Eğitim-Sen'e göre Türkiye'nin 200 bin öğretmen açığı var.

 ***Türkiye'de kaç kütüphane var?........ ................1.435

 ***Almanya'da kaç kütüphane var?........ .............11.000

 ***Türkiye'nin kaç kentinde devlet tiyatrosu var ?.......13

 *** Kaç kentte kuran kursu var?........ ...........................81

 ***Bu kursların toplam sayısı kaç ?........... ............ 3.852

 ***Türkiye'de 1 opera derneği var, 11 bale, 10 heykel, 18 resim, 18 sinema, 38 tiyatro derneği var.

 ***Peki, kaç tane 'cami yaptırma derneği' var ?........35.000

 ***İçişleri Bakanlığı'nın bütçesi ne kadar ?...... ..... ....783 trilyon...

 ***Ulaştırma Bakanlığı'nın ?........... .............................678 trilyon...

 ***Bayındırlık ve İskân Bakanlığı'nın ?........... ............677 trilyon...

 ***Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın ?...........  ................632 trilyon...

 ***Sanayi ve Ticaret Bakanlığı'nın ?........... ................280 trilyon...

 ***Enerji ve Tabii  Kaynaklar Bakanlığı'nın ?..............249 trilyon...

 ***Çevre ve Orman Bakanlığı'nın ?........... ..................404 trilyon...

 ***Sadece Sünnileri temsil eden

 Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bütçesi ne kadar ?......1.3 katrilyon...8 bakanlığın bütçesi kadar...

 22 üniversitenin toplam  bütçesine denk...

 ***Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesinin yıldan yıla büyümesine bakalım:

 1997'de  ..............................   66 trilyon.

 1998'de ...............................  119...

 1999'da ...............................  180...

 2000'de ...............................  270...

 2001'de ...............................  302....

 2002'de ...............................  553...

 2003'te.................................  771...

 2004'te ................................1 katrilyon...

 2005'te ................................1 katrilyon...

 2006'da ...............................1,3 katrilyon...

 2007'de ...............................2,7 katrilyon...

Bir ülke,Diyanet'e, bütün üniversitelerine ayırdığı bütçe kadar pay ayırıyor,bunu son bir yılda  ikiye katlıyorsa, doktordan, öğretmenden fazla imam yetiştiriyorsa, hastane değil cami yaptırıyor, kütüphaneden çok Kuran kursu açıyorsa, o ülkenin durup bir daha düşünmesi gerekmez mi?
                              
Dışarıda bir şeyler oluyor farkında mısınız?
uykuda olanları sarsın, uyandırın. yakında ışıklar sönebilir, karanlıkta ne yapacaksınız?

11 Ağustos 2011

Hiç ders alınsa tarih tekerrür eder mi?





Son padişah ordusunu satmıştı...


Biliyoruz ki; büyük emperyal güçler arasındaki yeni sömürge pazarlarını kapma mücadelesi, Birinci Paylaşım Savaşı’na / Birinci Dünya Savaşı’na neden oldu. Osmanlı bu savaştan yenik çıktı. Galiplerin arasında en güçlü olan İngilizlerdi.
İngilizler, Mezopotamya, Suriye ve Arabistan’ı Osmanlı’dan koparıp almak istiyordu. Kurmayı planladıkları kukla devletler arasında Ermenistan ve Kürdistan da vardı.

Osmanlı idari yapısını, milliyet esasına göre parçalayıp, federatif hale getirmeyi planladılar.

Siyasi emellerinin yanında İngilizlerin, iktisadi amaçları da vardı. Birinci Dünya Savaşı başında Osmanlı’nın tek yanlı olarak kaldırdığı kapitülasyonları yeniden uygulamak istiyorlardı. Osmanlı maliyesini tümüyle Duyun-u Umumiye’nin denetimine vermek amacındaydılar.
İngilizler biliyordu ki, Osmanlı siyasi yaşamında İttihatçılarla birlikte ordunun da büyük etkisi vardı. Ordunun siyasal düşüncesi belliydi; milliciydi.

O halde tüm bunları yapabilmeleri için ordudaki ulusçu/milliyetçi komutanların tasfiyesi gerekiyordu.
Önce bir kurnazlık yaptılar: Bir süre İttihat ve Terakki Hükümeti’yle çalıştılar. Ağır şartları onlara kabul ettirip, nüfuzlarını kırıp, bir daha iktidar olma olanağını ortadan kaldırmak için! Tam başarılı olamadılar.
İçinde İttihatçıların bulunduğu İzzet Paşa Hükümeti’ne ağır şartları kabul ettiremediler; ancak bazı tavizler koparabildiler.
Bunlardan en önemlisi Mondros Ateşkes Antlaşması’ydı. İngilizler, savaşta Hamidiye zırhlısıyla olağanüstü başarılar kazanan Rauf (Orbay) Bey’in imzaya gelmesini özellikle istediler.
Başarılı komutanları halkın gözünden düşürmek istiyorlardı.
Sonra tutuklayacaklar, sürgüne göndereceklerdi. Hepsini adım adım yapacaklardı…
Darbe iddiasıyla başlayan tutuklamalar
İngilizler, İttihatçıları kolay kullanamayacağı anlayınca, sertleşme politikası güttüler.
Bunda İttihatçılara kin duyan Sultan Vahdettin’in de etkisi vardı.

Sultan Vahdettin, İngilizlerin tertiplediği gerici 31 Mart (1909) olayının hazırlayıcılarından Derviş Vahdeti’nin kurduğu İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti’nin üyesiydi.
Bir dönem perde arkasındaki ilişki artık açıkça ortadaydı.

Vahdettin, İngilizlerin desteğiyle iktidarını güçlendireceğini ve düşman gördüğü ulusalcılardan tamamen kurtulacağını düşünüyordu.

Bu nedenle İngilizleri de arkasına alarak ittihatçı hükümeti yıkıp, Tevfik Paşa Hükümeti’ni kurdurdu. Şimdi sıra İttihatçıların cezaevlerine tıkılmasındaydı. İngiliz ve Saray ittifakının elinde önemli bir gerekçe vardı: Savaş dönemindeki Ermeni ve Rum tehcirleri. Tehcir kararının altında imzası olan-olmayan tüm İttihatçılar cezalandırılmalıydı. 2500 kişilik bir tutuklama listesi hazırlandı.

Ama önce… Meclis feshedildi. Basına sansür getirildi. Harp divanı kuruldu. Ve ardından gözaltılar, tutuklamalar başladı. Bunlar kısa sürede “cadı avına” dönüştü.
Yeniden kurulan liberal-dinci ittifak partisi; Hürriyet ve İtilaf, daha çok kişiyi tutuklamadığı için hükümeti uyuşukla itham eden bildiri yayınladı.
Bu partinin yayın organı Peyam, Sabah ve Alemdar gazeteleri, daha çok ittihatçının tutuklanması için var gücüyle çalıştı. Sürekli hedef gösterdiler; İttihat ve Terakki’nin hemen kapatılmasını; partinin ileri gelenlerinin hemen tutuklanmasını istiyorlardı.
Tehcire izin veren Diyarbakır Valisi Dr. Reşid’in cezaevinden kaçması bu çevreleri daha da saldırganlaştırdı. Yaptıkları mitingle bu kaçışı protesto ettiler. Sonunda bu kaçışla ilgili inanılmaz bir iddiayı ortaya attılar: İttihatçılar darbe yapacak!

Vahdettin’in has Paşası Ömer Yaver Paşa, İstanbul’daki İngiliz Yarbay Murphy’e giderek, darbe olacağını aman İstanbul’dan ayrılmamalarını rica etti.
Murphy, Osmanlı Paşasını gülerek dinledi.

Zavallı Yaver Paşa bilmiyordu ki, bu iddianın ortaya atılmasını sağlayanlar zaten İngilizlerdi.

Darbe iddiaları üzerine yeni bir tutuklama dalgası başladı; 30 kişi daha sorgusuz sualsiz cezaevine kondu.

Milli Kongre’nin başkanı Dr. Esat (Işık) gibi saygın ulusalcılar gece yarıları pijamaları, terlikleriyle evlerinden alındılar.İttihat ve Terakki’nin tüm mallarına el konuldu.

Sonra sıra subaylara geldi.
İngilizler savaş tutsaklarına eziyet ettikleri iddiasıyla 23 subayın hemen tutuklanmasını istedi.
Ordunun önde gelen isimleri tutuklanınca, İngilizler bu kez bazı kurumların “darbeyi planladıklarını” gündeme getirdi.

Bunların başında Enver Paşa’nın kurdurduğu istihbarat örgütü Müsellah Müdafaa-i Milliye vardı. Savaş döneminde İngilizlere zorluklar yaşatan Osmanlı istihbarat örgütü küçültülüp etkisizleştirilerek Harbiye Nezareti’ne bağlandı.
Osmanlı’nın deniz kuvvetlerini güçlendirmek için kurulan Donanma Cemiyetleri Bahriye Nezaretine bağlandı.
Jandarma, ordudan koparılarak Dahiliye Nazırlığı çatısı altına sokuldu.
İleride tehlikeli olacağı düşünülen genç mektepli subayların rütbeleri indirildi. Amaç, istifaya zorlamaktı.
İttihatçılar döneminde emekli edilen alaylı subaylar tekrar orduya alındı. Etkin görevlere getirildi. Emekli askerlerin kurduğu Nigehban Cemiyeti, basına verdikleri demeçlerde mektepli subaylara ağır hakaretler ettiler. Hukuk-u Beşer gazetesi mektepli subaylar için “haydut başları” başlığını bile atacak kadar ileri gitti.
İngilizler, Tetkik-i Hesabat ve Seyyiat Komisyonu kurdurarak, Harbiye Nezareti’nin kozmik odalarına girip tüm belgelerini didik didik ettirdi.

Amaçları belliydi; orduyu küçültmek, halk üzerindeki etkinliğini kırmak.
Ordu’yu sadece iç güvenlik örgütü olarak polis, jandarma ve muhafız kıtaları seviyesine getirmek istiyorlardı.
Bu arada İngilizler ile Fransızlar arasında Jandarmanın yönetimi kimin kontrolünde olacak tartışması çıktı.
İnanması güç ama Saray’ın, bırakın bunlara karşı çıkmasını, Vahdettin ve Damat Ferid Paşa ikilisi, ordu komutasını İngiliz subaylarına verme talebinde bile bulundular. İngilizler reddetti.
Güvenilir başsavcı aranıyor:Dönemin partisi Hürriyet ve İtilaf idi. Ülkenin dört köşesinde şubeler açan bu liberal-dinci ittifak partisi, artık hükümet olmak istiyordu. Ve nihayet, 4 mart 1919’da Damat Ferid Paşa başkanlığında hükümeti kurdular. Bu hükümete, İngiliz ajanı Hüseyin Hilmi’nin gazeteci dostlarıyla kurduğu Sosyalist Fırka da destek verdi!
Damat Ferid Paşa hükümetinin ilk yaptığı icraat, ulusalcıları yargılayan Divan-ı Harp mensuplarına yüksek maaş ödemek oldu.
Bu arada Divan-ı Harp’in üyeleri sürekli değişti. Damat Ferid Paşa, Takvim-i Vekayi gazetesine “güvenilir bir başsavcı bulmakta zorlandıklarını” açıkladı.
Yeni hükümetle birlikte yandaş medyadaki “tutuklayın”, “kapatın”, “neden cezalandırmıyorsunuz” yayınlarında artış oldu.
Alemdar gibi yandaş gazeteler, “sehbalar bile bu adamlara layık değildir; kafalarının koparılması gerekir” diye yazdı.
Liberal gazeteciler; Alemdar’da Refi Cevat (Ulunay), Peyam’da Ali Kemal “daha ziyade şiddet” diye makaleler kaleme aldılar. “Bu adamlar için ölümden daha hafif ceza aklımıza gelmiyor” diye yazdılar.

Kamuoyu oluşturulduktan sonra istekleri yerine getirildi.
Ermeni tehcirinde kusurlu bulunan Yozgat Mutasarrıf vekili Kemal Bey idam edildi.
Fakat umulmadık bir olay gerçekleşti; yandaş medyanın “cani” olarak gösterdiği Kemal Beyin cenazesine onbinler katıldı.

Hükümet cenazeye gidenler hakkında soruşturma açtı; içlerinde toplumun çeşitli katmanlarından; doktor, tıp öğrencisi, subay, imam, tekke şeyhinin de olduğu bazı kişiler tutuklandı. Üsküdar mevki kumandanı cenaze törenini dağıtmadığı için görevinden azledildi.

Eski defterler açılıyor: İngilizler gündemi hep sıcak tuttu. Tehcir ve darbe iddiaları gündemden düşünce hemen yenisi bulundu; “eski defterler” açıldı. Örneğin, intihar eden veliaht Yusuf İzzeddin Efendi’yi Enver Paşa’nın öldürttüğü iddia edildi! Adliye Nazırı Sıtkı Bey hemen soruşturma açtırdı.
Bu olay sıcaklığını kaybedince hemen yeni bir gündem yaratıldı: Sultan II. Abdulhamid tahtan indirildiğinde, içinde

1 milyon liralık mücevher bulunan çanta kayıp olmuştu. Çantanın peşine düşüldü.
Ayrıca Yıldız Sarayı’nı kimlerin yağma ettiği konusunda spekülasyonlar yapılmaya başlandı.
Partiler, gazeteler bu suni gündemlerle oyalanırken, İngilizler emellerini tek tek gerçekleştirdi. Kapitülasyonları yeniden uygulamaya koydu. Osmanlı maliyesini tümüyle Duyun-u Umumiye’nin denetimine verdi.
İttihatçıların yerli sermaye oluşturmak için kurdurduğu milli şirketlerin bazılarını tasfiye etti; bazılarının müdürlüklerine liberal isimleri getirdi.
Levant Limited gibi şirketler kurdular; Vickers, Metropolitan Carriage, British Trade Corparation gibi şirketleriyle Osmanlı pazarına daldılar. Şirketlerde Türkçe kullanma zorunluluğunu kaldırdılar.
Türk bankalarına İngiliz denetçi gönderdiler. Denetleme işi bitinceye kadar bankaları kapattılar. Türk Milli Bankası’nı ele geçirdiler. Kendileri yeni bankalar kurdular.
Hıristiyanlara ait “emval-i metruke” sayılarak satılan mallar gibi birçok konu gündeme getirildi.

Sultan Vahdettin o aralar Toros Tüneli’ne kafayı takmıştı. Tüneli yapmak için anlaşma yaptığı Alman ve Avusturyalılar kaçmıştı; “ah İngilizler şu tüneli bir yapsa” diyordu. Tünel yapılıp bitirilince ne olacaksa?

Diğer yanda… Osmanlı münevverleri olan biteni seyrediyordu; şaşkındı. Kurtuluş “reçeteleri” arıyordu. Çoğu bağımsızlığın Batı eliyle gerçekleşeceğine inanıyordu! Kimi ABD’nin sömürgeci olmadığına inanıp, Wilson Prensipleri Cemiyeti’ni kurdu. Kimi kurtuluşu İngilizlerin Osmanlı yönetimine el koymasında görüp İngiliz Muhipleri Cemiyeti’ni girdi.
Halkına güvenen münevver sayısı parmakla sayılacak kadar azdı…
Tüm bunlar olurken İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar ve Yunanlar Osmanlı topraklarını işgal etti.

Taktik hep aynıydı: İngiliz basını, İzmir ve çevresinin uyduları Yunanistan tarafından ilhak edilmesi için yoğun bir “Barbar Türk” kampanyasına başladı. Bu yayınlara göre Türkler, Rumları yok etmek için gizli planlar yapıyordu!
Ve hep ekliyorlardı; “zaten bu barbar Türkler Ermenileri de katlettiler!” Bu gerekçe Batı basının en etkili propaganda silahıydı.

Sonra Yunanlar İzmir’e çıktı.
Batı basını yine Türkleri suçladı:

“Türkler inatçı bir direnme gösterdi!”

Peki, İzmir işgali konusunda yandaş medya ne yazdı: “İngilizleri İstiyoruz.” Bu başlığı Alemdar gazetesi başyazarı Refii Cevat attı. Osmanlı’yı her türlü beladan kurtaran İngilizlerin, bu işgalden de İzmir’i kurtaracağına inanıyordu!
Teali-i İslâm Cemiyeti ise işgalin hemen sonrasına rastlayan Ramazan ayında, bazı memurların oruç yediğine, kimi kadınların tesettüre uymadığına dikkat çekip zabıtaların daha uyanık olmasını istedi.

Bu arada bir “anket” yayınlandı ve Müslüman halkın yüzde 60’ının İngiliz yönetimini istedikleri ortaya çıktı!

“Hiç ders alınsa tarih tekerrür eder mi?”


Soner Yalçın

9 Ağustos 2011

GENEL KURMAY’IN IȘIKLARI...



Genel Kurmay’ın ıșıkları sönmüștür.

            Hem de, 29 Temmuz 2011 gecesi boyunca tüm lambaları açık olmasına karșın sönmüștür.
            Ișık Pașa ve kuvvet komutanlarının onurlu eylemlerine karșın hem de.
            Ve Türk Ordusu değilse bile, Genel Kurmay’ı bir gecede ‘Özel’leștirilmiștir.
            Kușkusuz Ișık Pașa ve kuvvet komutanları çok önemli bir ‘muharebe’ vermișlerdir.
            Ne ki, o çok bildikleri ‘stratejideki hata taktik hamlelerle düzeltilemez’ kuralına uygun olarak son ‘muharebe taktik’lerinin bașarılı olmadığını yașayarak görmüșlerdir.

            Muharebe alanından yükselen dumanlar arasından bir ‘Özel’ Necati yükselmiștir.
            Silah arkadașını ‘satma’nın en son ve en somut örneği..
İçerideki subaylar silah arkadașları tarafından ‘satılmıș’ olduklarını o nedenle bas bas bağırıp durmakta imișler meğer.

            Dıșarıdaki Harbiyeli’lere bakılacak olursa; bu çakı gibi olması gereken gençler, komutanları ‘alındığı’ zaman ne yapmıș olabilirler sizce?
            Komutanları amerikalılarca kelepçeleğinde?..
            Ağabeylerinin bașına amerikalılarca ‘çuval’ geçirildiğinde ya da..
            Amerikalı polisler garnizona girip komutanlarını aldıklarında sesleri çıkmıș mı Tanrı așkınıza..
          Genel Kurmay’ın ‘Özel’leștirilmesine de ses çıkarmayacaklardır o halde.
            Harbiyeli’si böyle olan Ordu’nun Candarma Genel Komutanı haydi haydi ‘Özel’ olacaktır.
            Bu ‘Özel’ Necati hazretlerinin Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ‘birlik bütünlük’, ‘sınır mınır’, ‘vatan millet’ gibi bir derdi olabileceğini pek sanmam.
            Zaten ‘birlik bütünlük’ konusu ‘demokratik açılım’ bağlamında Beșir Bey’in ‘uhde’sinde yürütülmektedir.
            ‘Sınır mınır’ konusu ‘Hudut Birlikleri’ne devredilmek üzeredir.
            ‘Vatan Millet’ konusu ise Köstebek Hilmi hazretleri döneminden buyana gündemden düșürülmüștür.
            Buyurdukları gibi, bu konular XIX. Yy’ın ‘ideolojileri’nden sayılmaktadır.
            Küreselleșme çağında bu tür ideolojilere yer olmayacaktır.
            ‘Özel’ bir Ordu’ya ise șidetli bir gereksinme vardır.
            Öncelikle Halife’nin korunması gerekmektedir.
            O arada Sultan’ın da Ordu’ya gereksinmesi vardır.
            Gazze-Mazze mi olur, Șam-Mam mı bilinmez ama, kesinlikle bir müslüman ülkeye sefer düzenlenecektir.
            Afganistan, Lübnan, Somali ve Libya’ya yapılana benzer ama daha kapsamlı seferler yapılacaktır.
            Türk Ordusu içinde ‘bizim Yemen’de ne ișimiz var?’ diyenlerin bașı vurulacaktır.
            BOP projesi içinde verilecek her göreve ‘topuk selam’ı çakılacaktır.
            Eșbașkanlık makamına yan bakılmayacaktır.
            ‘Demokratik açılım’ın bekçisi olunacaktır.
            Öyle dağa tașa ‘önce vatan’ diye yazılmayacaktır.
            Ulu orta ‘Ne mutlu, pardon az kalsın ‘Türk’üm diyecektim, denilmeyecektir.
            ‘Hepimiz Ermeniyiz’, Hepimiz Kürdüz’; Çerkez, Gürcü, yetmișiki buçuk milletiz  denilmesi ise ise ‘özgürlük’ sayıldığı için, elbirliğiyle bu yetmișiki buçuk yüzkırkbeșe çıkarılmaya çalıșılacaktır.

            Bu cennet vatanı șeyhler ve müridlerin ‘mülkü’ yapmak için elden gelen esirgenmeyecektir.

            Ve 2023’e kalmadan inșa’allah bu ‘iș’ 2013’te kotarılmıș olacaktır.

             Dikkaat! Genel Kurmay’ın ıșıkları kapatılacaak..
Kapat! Kapatılmıștır komutanım.

            Habip Hamza Erdem

7 Ağustos 2011

DEVLETİMİN SAYIN BAŞINA SORULAR;

Yüz binlerce masum insanın katili biri ile tokalaşmak nasıl bir duygu acaba hep merak ederim.

Devletimin Sayın Başı, Sayın Cumhurbaşkanı; Konumunuz gereği siz siyaset ve partiler üstüsünüz.  Devletin tüm istihbarat birimleri öncelik ve ivedilikle size bilgi verirler. Siz aynı zamanda Milli Güvenlik Kurulu Başkanısınız. Asker ve sivil kesimden, yani TSK ve Hükümetten en sağlıklı bilgileri alırsınız.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti içinde ve Dış Temsilcilik bulundurduğumuz tüm ülkelerdeki devlet görevlileri önce size bilgi aktarırlar. Yani sizin
“Ben bilmiyordum-Duymadım-Haberim Yoktu” deme lüksünüz yoktur.
Vatandaş olarak, bilmediğimiz veya merak ettiğimiz konularda sizden yardım istiyoruz. Lütfen bizi bilgilendirebilir misiniz?..

*Siz Türkiye’nin 11. Cumhurbaşkanısınız.  1.Cumhurbaşkanımız Atatürk’ün kurduğu devletimizin “Üniter yapısını” ve “Bölünmez Bütünlüğünü” sizden önceki 10 Cumhurbaşkanı da korudular. Siz; 12. Cumhurbaşkanı’na  kuruluş değerlerimizi muhafaza eden bir devlet teslim edebilecek misiniz?

*Her yere,  “Ne Mutlu Türküm Diyene” diye yazmak, ilkelliktir demiştiniz.
Devletimizin kurucusu Atatürk’ün bu sözünü, nereye yazarsak, ilkellikten kurtulmuş oluruz?
Güneydoğu Anadolu bölgemizdeki bazı şehirlerimizde artık Kürtçe levhalar asılı. Bu iki dilli yaşamın başlangıcı olarak, sizin Devletin Başı olarak ismi “Güroymak” olan ilçemize, yasal değişiklik yapmadan “Norşin” deyişinizin bir etkisi var mıdır?... Bu çağdaşlık mıdır?...

* Sizin atadığınız bazı Valiler ve Başsavcılar, “Kürtçe Eğitim” istiyorlar ve Devletimizin,  Kürtçe Eğitim için kaynak ayırmasını talep ediyorlar.
Anayasamızın 42. Maddesi bu talebi yasaklıyor. Yürürlükte olan Anayasayı korumak da  ilkellik olduğundan mı  bu adamların görevlerine devam etmelerini emrediyorsunuz?
“Kürtçe Eğitim” serbest bırakılınca, bu günden 10 sene sonra, hangi Türk çocuğu o bölgede öğretmenlik, doktorluk vs yapacak, nasıl iş bulacak?  Türkiye’nin bölünmesinin ilk ve önemli aşaması olan  “Kürtçe Eğitimi” savunan bu kişileri görevde tutmak, sizin “Güzel şeyler olacak” dediğiniz kavram kapsamında bir yönetim tarzı olabilir mi?

*Sizin,  Devletimin Başı olduğunuz  güzel ülkemizin bir bölümünde, kanlı diktatör Barzani’yi sizden fazla seven ve ona biat eden Kürtçü-Bölücüler, “Demokratik Özerklik” ilan ettiler. Başbakan Erdoğan, bu bölücü sesi “Davul” sesi olarak algıladı ve “kendileri çalarlar, kendileri oynarlar” dedi.
Sizin pozitif enerji verdiğiniz BDP’nin milletvekillerinden Emine Ayna; Demokratik Özerklik ilan etmenin anlamı, “Ben senden artık talep etmiyorum. Ben yapıyorum, sana düşen(Sizi kast ediyor) beni tanımaktır. Kürtler birey değil, bir halktır. Kürtlük, o topluluğun ortak adıdır. Bunun özellikleri vardır. Bunlardan biri dil, diğeri de yaşadığı topraklardır” diyerek, hem Kürtçe eğitim hem de toprak talebinde bulunuyor. Sizce bu ilkellik midir, yoksa dediğiniz, güzel şeylerden biri midir?...

*Değerli dostunuz ve PKK’nın ev sahibi, şehit edilen evlatlarımızın kanını ellerinde taşıyan Barzani, dört ülkede(Türkiye-İran-Suriye-Kuzey Irak) yaşayan Kürtlerin “Tek Bayrak” altında toplanmalarını istedi. Sizce bu talimat Türkiye’nin yararına mıdır? Yoksa ABD+İsrail güdümünde kurulacak “Büyük Kürdistan” devletinin ilk adımlarından biri midir?

*Devletimin Sayın Başı; Bütün bu Kürtçü-Bölücü takımı serbest ve zehirlerini kusmaya devam ediyorlar. Bu arada sizin “Başkomutanı” olduğunuz TSK’nin 
42 Generali tutuklu bulunuyor. Başkomutan olarak, kendi adamlarınızın haksız yere tutuklanması, sahte dijital delillerle hapiste tutulmaları sizi rahatsız etmiyor mu?

*Bazı  gazeteler sizi, şehit cenazelerine katılmayıp  tarikat mensubu dostlarınızın cenaze törenlerine katıldığınız için sizi eleştirdiler.  Sizin adınıza onlara ben cevap vermek isterim. O terbiyesiz gazetelere ne dememi istersiniz? Şöyle desem sizce uygun mudur; “Öyle zırt pırt şehit cenazelerine katılmak ilkelliktir. Biz Devletin Başı olarak zaten her iki taraftan(!)  gelen saldırıyı rutin olarak kınıyoruz” diyebilir miyim?...

Devletimin Sayın Başı; cehaletimizi lütfen hoş görün. Niyetimiz sadece bilgilenmektir. Polis benim telefonumu devamlı olarak dinler ve nerede olduğumu hep bilir, cevaplarınızı bana elden getirirler, lütfen geciktirmeyin…

Kestane kebap, acele cevap…..

Not:Türkiye’nin en sıkıntılı dönemi olan bu günde, sessiz kalan, korkan, sinen, görmezden gelen, bana ne diyen, başta Üniversiteler olmak üzere tüm kişi ve kuruluşlara Mevlana, yüzlerce yıl önceden bakın nasıl sesleniyor;

Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yaşta…
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım…
Sonra da asıl yürüyüşün kalabalıklara karşı  olması gerektiğine aydım..


Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek olduğunu öğrendim…


Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra…
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana…


Kendini ve vatanını bilemeyenlere yazıklar olsun…..

Sağlık ve başarı dileklerimle  20 Temmuz 2011

 RİFAT SERDAROĞLU