23 Nisan 2011

Ellerinden öpmeliydiniz,ama siz soruşturma açtınız...


Bu konuşma metni İstanbul Lisesi Tarih Öğretmeni Gül Yayla tarafından 18 Mart 2011 tarihinde yapılmıştır.ve soruşturma açılmıştır..  

Sayın misafirlerimiz, Sarı-Siyahlı camianın değerli mensupları, sevgili arkadaşlarım ve sevgili öğrencilerim,
Bir 18 Mart töreninde; nedense adı son zamanlarda "Şehitleri Anma Günü" olarak değiştirilmiş olan "Çanakkale Zaferi"ni kutladığımız günde beraberiz.

Bugün 18 Mart 2011. Yani 18 Mart, 96 yıl sonra bugün; Çanakkale Zaferleri'nin simgesel kutlama günüdür.  Simgesel diyorum çünküÇanakkale Savaşları 1916'ya kadar devam etmiştir.
Elbette Deniz Savaşları'nın kazanıldığı gündür 18 Mart. Ancak kara savaşları bütün hızıyla aylarca devam eder.
Tarihin en kanlı savaşlarındandır Çanakkale Kara Savaşları. Gelibolu gibi ufacık bir kara parçasında; deyim yerindeyse avuç içi kadar bir toprakta yaşanır. Öyle ki; ölen insanlar ayağa kalkacak olsa, savaştıkları alana sığmaz.
Çanakkale Kara Savaşları'ndan söz etmeden; böyle bir günü yalnızca "anma" gününe çevirenlerin zihniyetleri, gerçeklere, tarihe ve bize uzaktır.
Bu savaşların baş sorumlusu İngiliz Bahriye Nazırı yani Denizcilik Bakanı Churchill şöyle diyor: 
"Yenilmez armadamızın üçte biri sulara gömüldü. Üçte biri kullanılamaz hale geldi. Başarısızlığımız savaşı 2,5 yıl uzattı. 8,5 milyon Avrupalının ölümüne neden oldu.
Rusya'da komünistler yönetimi ele geçirdi. Bu olaylar vuku bulurken 30 milyon insan öldü.
Biz Boğazı geçemeyince; Müslümanlar, diğer Asyalılar,Avrupa'nın ihtişamından şüphe etmeye başladılar.
Biz Hindistan, Pakistan, Bengladeş'teki gücümüzü kaybettik; diğer Avrupalılar da sömürgelerindeki güçlerini..."

Evet! Churchill'in kendi ifadesidir. Çanakkale Savaşları'ndan 6 ay sonra, kendinin ifade ettiği başarısızlığından dolayı rütbeleri tenzil edilmiş, İngiliz Bahriye Nazırlığı'ndan istifa etmek zorunda kalmış, savaş konseyinden uzaklaştırılmıştır.
Çanakkale Zaferimiz üzerine bir savaş lideri olarak görev yapmasına imkân kalmayınca, bir asker olarak ülkesine hizmet etmek istemiş, o zaman da kendisine tenzil-i rütbe ile ancak binbaşı rütbesine karşılık gelen tabur komutanlığı görevi verilmiştir. Tarihin garip tecellilerindendir.

Bir başka komutan Çanakkale Savaşları'ndaki başarılarından dolayı Nisan 1916'da Tümgeneralliğe yükseltilmiştir. Tümgenerallik rütbesini getiren Arıburnu, Anafartalar, Conkbayırı, Kireçtepe isimleriyle özetlenebilecek zaferleridir.

Biz O'na Atatürk dedik.

Çanakkale Savaşları, gökten saf saf inen sakallı, sarıklı, yeşil cüppeli ruhanî varlıklar tarafından kazanılmadı. Çanakkale Savaşları,aniden bastıran sisler, 3'ler 7'ler 40'lar nedeniyle de kazanılmadı. 

Çanakkale Savaşları "dinlerin savaşı"dır diyenler ne büyük hata içindedirler... 

Siz hazırlıktayken birlikte görmedik mi İngiliz mezarlıklarındaki Müslüman İngiliz askerlerinin isimlerini?  Bundan daha vahimdir, Çanakkale'de kıran kırana bir mücadele yaşanıyorken, güneyde Müslüman Araplar'ın, İngilizler'le ittifak yaparak, yine Müslüman olan Türkler'e saldırması...

Bunları mutlaka bilmelisiniz... 

Çanakkale dinlerin savaştığı yer değildir. Devletini ve başkentini kurtarmaya çalışan Türkler'in, emperyalist batıyla yüz yüze geldiği yerdir. Çok dar boğazdır. Çok da zor...

"Çanakkale Zaferi"nden ya da "Şehitleri Anma Günü"nden söz ederken, Mustafa Kemal adını söylemekten çekinenler; ya da bilinçli olarak söylemeyenler hakkında verilecek hükmü size bırakıyorum...

Diyor ki Mustafa Kemal Atatürk; "Millet boşuna ölmez, kan boşuna dökülmez. Eğer zaferler o milletin hayatında derin değişiklikleryapmazsa ve de ona millî güven sağlamazsa, bazı budalaların, onunla böbürlenmesinden başka bir işe yaramaz."Çanakkale Savaşları ve Zaferleri Türkler'in hayatında derin değişiklikler yaptı. 

Öncelikle; 

Mustafa Kemal adı bayrak bayrak dalgalandı Anadolu'da,Bu zaferler, şayak kalpaklı, çakmak gözlü devin millî liderliğini hazırladı,19 Mayıs 1919'da Samsun'da Türk Kurtuluş Savaşı'nı başlatıyorken, O'nu Çanakkale'deki zaferleri nedeniyle tanıyan bir Anadolu halkı ile kucaklaştı,Şayak kalpaklı, mavi gözlü dev, milletinin hayatında derin değişiklikler yaptı.Hem de padişah olmadan, halifeliği kabul etmeden,şeyh-şıh-hoca-derviş-evliya sıfatlarının arkasına sığınmadan,İnsanları, ümmeti olarak değil, milleti olarak arkasından sürükleyerek derin değişiklikler yaptı,Ümmet ve kul iken daha kolay yönetilecek halkını, vatandaşlık bilincine ve birey olma özelliklerine kavuşturarak, derin değişiklikler yaptı milletinin hayatında.

Bu dev adam, 300 yıldır ihmâl edilmiş, cehâlete terk ve teslim edilmiş Anadolu bozkırından büyük bir vaha yarattı. Bütün bunları okuyup-üfleyerek, dini siyasete alet ederek, yüzyıllardır olageldiği gibi gücünü arttırabilmek için sırtını din adamlarına dayayarak yapmadı...

Ülkemin umudu, yaşlanacağım günlerin sigortası olan gençler; siz İstanbul Liseliler bunları mutlaka bilmelisiniz. Unutmamalısınız.Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olunamaz. 

Bu görüş ve anlayışla;

İyi düşünen ve düşündüklerini uygulayan,Hiçbir kurum, kişi ya da cemaatin siz ve düşüncelerinize hükmedemediği,Özgürlüğün bedelini çok ağır ödemiş bir milletin mensubu olarak,özgürlüğün değerini iyi bilen,Hiçbir bedel karşılığında düşüncelerini ve kimliğini satılığa çıkarmayan,Bilgilerini şu veya bu türlü dogmalardan değil, bilimden kaynaklandıran bireyler olacağınıza inanıyorum. 

Gül YAYLA

(Sizin sahte diplomalı,sahte tezli profösörlerinize benzemiyor değil mi ,ondandır ezikliğiniz..)

20 Nisan 2011

Asıl hata nerede yapılıyor,bir düşünün...

       İlişkiye bakın,ne kadar içten ve samimi,köylü can kulağıyla dinliyor Mustafa Kemal'i


“Bu cahil millet.”

”Bırak be kardeşim oylarını iki kilo nohut, bulgur ve fasulyeye satıyorlar..”
“En büyük sorun eğitimsizlik. Okumuyorlar kardeşim.”
”Referandumda ” evet” diyen % 58 haindir”
“Hepsi koyun sürüsü mübarek”
“Arkadaşım laik ve cumhuriyetçiyim. Elbette çağdaşım, gerisi vız gelir bana..”

Bu satırlarda bazılarımızın her zaman dile getirdiği, bazılarımızın da işin özüne inmeden yazıların altına yazdığı yorumlarda sıkça kullanılan düşünceleri sizinle paylaşmaya çalıştım.

Aslında bugün oturup bir ikinci yazıyı yazmaya hiç mi hiç niyetim yoktu. Ancak belediye otobüsünde şahit olduğum bir olay, beni bu satırları yazmaya adeta itti.

Saat 16.30 suları.. Durakta otobüse binen yaklaşık 60-65 yaşlarında eski fakat temiz giysili bir adam, ilk boş bulduğu koltuğa, oldukça frapan giyimli bir hanımın yanına oturdu. Adamın ayağında şalvar, başında da kasket vardı. Ama üzerindeki temizliğin simgesi sabun kokusu, hemen arkasındaki koltukta oturan bana kadar ulaşıyordu.

Nedense o çok modern giyimli ve çağdaş görünümlü hanımefendi (!), milletin gerçek efendisinin yanına oturmasından, rahatsız olduğunu hareketleri ile belli ederek ayağa kalktı ve başka boş bir koltuğa oturdu.

Adamcağız neye uğradığını şaşırmış, kadının bu hareketine hiç bir mana verememişti. Sadece “Ben hiç bir şey yapmadım.” diyebildi.

Sonra sustu, tıpkı suç işleyen bir çocuk gibi başını öne eğerek sessizce oturdu. Kadına gelince çok büyük şey başaranların havası bakışları ile diğer yolcuları tetkik ediyor ve sanki onlardan aferin bekliyordu adeta…

Aferin… Ama kime aferin?.. O şımarık, burnu büyük kadına mı, tepkisiz ve suskun kalan diğer yolculara mı? Yoksa asaleti ile bizleri utandıran milletin gerçek efendisine mi aferin?… Kime ?..Kime?…

İçim acıyarak indim otobüsten. Gidip o adamın yanındaki boş koltuğa oturmadığım için kınadım kendimi. Utancımdan içim üşüdü..

Şimdi bazı dostlarım aşağıda onlarla paylaşacağım düşüncelerimi okuduktan sonra, bu satırların bir mizansen olduğunu düşünebilirler. Ancak sizi bütün samimiyetimle temin ederim, yazdıklarımın tamamı doğru…

Bir soru sordum kendime… Biz nerede yanlış yaptık ve neden Anadolu’nun gerçek sahibi köylü ile aramıza mesafeler girdi?..

Ancak bu sorunun cevabını irdelemeden önce Mustafa Kemal’den bir anı aktarmak istiyorum sizlere.. Daha sonra “Benim Cahil Halkım”la olan yolculuğumuza devam ederiz.

Yıl 1931.. Mustafa Kemal Aydın Türk Ocağını ziyaret etmektedir

“Akşam üzeri Türk Ocağı’na uğradı. Ocak Başkanı Fevzi Germen üyelerle birlikte Atatürk’ü karşılamıştı. Atatürk gençlere:

-Sağlık, sosyal, kültürel ve tarım alanlarında köylüyü aydınlatacak ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz? Bir programınız var mı? Diye sorunca bir genç atıldı.

-Paşam, harcırahımız ve vasıtamız olmadığı için köylere gidemiyoruz.

Atatürk’ün rengi atmış, canı sıkılmıştı. kükredi.

-Siz gidemiyorsunuz ama, bir sürü yobaz ayağına çarığını çektiği gibi, sırtında torbasıyla karanfil vs satıyorum diye inkılabı köstekleyen yayınlarla köyleri adım, adım dolaşıyor. Sizin bu uğurda en küçük tedbiriniz yok.”

Evet, itiraf etmek gerekir ki bizim “bu uğurda en küçük tedbir”imiz yok..

Birden Köy Enstitüleri geldi aklıma… Hani şu köylü çocuklarını eğiten ve eğitim ordusunun bire kahraman neferi haline getiren Köy Enstitüleri…

Tarım, kültür, sanat, marangozluk ve daha nice dallarda eğitilen, kendi dersliklerini kendi yapan çocuklar… Saz çalan, kerpiç yoğuran, türkü çığıran, Anadolu ile hem dert olan öğretmenler…

Bağımsızlık Savaşı’nın ardından erkeksiz, yağma edilmiş, yoksul köylerde yeni, yeni filizlenen kız, erkek Köy Enstitülerinde yetişen eğitim ordusunun aydınlanma savaşçıları..

Sonra ne yaptık?.. Kapattık bu okulları.. Onları yoksullukları ile birlikte köylerine hapsettik. Yolları yoktu. Biz oralara gitmeye üşendik. Milli tarımı çökerttik. Onları bankaların, tefecilerin insafına terk ettik.

Ama yobazlar, devrim karşıtları çarıklarını çektiler ayaklarına.. Mustafa Kemal dinsizdir, Kemalistler din düşmanıdır diye beyinlerini yıkadılar İstiklal Yolu’nu , Cumhuriyet’e giden yolu döşeyen, Misak-ı Milli sınırlarını kanlarıyla çizen benim, bizim atalarımızın çocuklarının…

Biz ise uygarlığı Batı’yı Mustafa Kemal’in deyimiyle “MAYMUN GİBİ TAKLİT ETMEK” olarak algıladık. Milli benliğimizi yitirdik, örf ve adetlerimizi unuttuk. Adı sadece Milli olan eğitimin sayesinde kendi vatanımızda, öz topraklarımıza ve milletimize yabancılaştık…

Kendimizce elit bir sınıf yarattık. Şehirler büyürken, modernleşirken köyler iyice fakirleşti.. Köyden şehire, aş ve iş kaygısıyla göç başladı. Gecekondu kültürü, şehire göç eden köylünün yaratığı yeni bir yaşam şekliydi.

Onlar bizim oturduğumuz semtlerdeki pırıl, pırıl ışıkları kıskançlıkla seyrettiler. Bizler ise onları görmezden gelmeye devam ettik.

Ama yobazlar, karşı devrimciler asla boş durmadılar. İlk önce ellerinde bir paket kahve ile tüm gecekondu mahallelerini üşenmeden, kapılarını tek, tek çalarak dolaştılar. Cenazelerine katıldılar, düğünlerinde birlikte oldular.

Ve ellerindeki en müthiş silahı kullandılar.. Din… Allah korkusu.. Kadınlar ordusu kurdular.

Onların da başlangıçta paraları ve vasıtaları yoktu. İmece yaptılar aralarında… Bir somun ekmeği az bir peynirle bölüşüp yediler.. Durmadılar, yürüdüler, koştular, cemaatleştiler, tarikatları arkalarına aldılar ve iktidar oldular.

Biz ise cafelerde coffe-latte’lerimizi yudumlarken, halkın cahilliğinden yakındık. Sonra o salondan öbürüne koştuk, konferanslar dinledik. Bazen yanlışlarla, bazen de doğrularla doldurduk kafamızı…

Seçim zamanı çaldık kapılarını… Boyalı saçlarımız, makyajlı yüzlerimiz ve bilgiç hallerimizle onlardan “oy” istedik. Onlar içten içe dalga geçtiler bizimle..

“Artık eski desti ile su içmeyiz. Kırdık o destiyi. Bize yeni desti lazım” dediler. Önce hiç bir şey anlamadık. Sonra AKP’nin halkın yeni destisi olduğu çıktı ortaya..

Onlar yurtlar yaptılar, zeki fakat fakir çocukları bu yurtlarda toplayarak, Türkiye’nin geleceğine pranga vurdular.

Hastahanelerde nöbet tuttular, hastaların yardımına koştular ve “filanca partinin gençlik kollarındayız, ne zaman ihtiyacınız olursa bizi arayın” deyip kartlarını uzattılar.

Biz ise “Benim cahil halkım“ın tıka basa doldurduğu hastahane koridorlardan geçerken, onlara yardım etmek bir yana, burnumuzu tıkadık geçtik.

Samimi dini inaçlarından başını örten kadınları, ibadetini yapan insanları kabullenemedik ve onları ya “Dini alet ederek ecnebilerle işbirliği yapan MÜRTECİLERE“, ya tarikatlara ya da cemaatlara teslim ettik.

Bir çok dinci örgütler, sahte holdingler, iş adamları (!) çıktı ortaya.. Dindar insanlarımızı sömürdü, dolandırdı.. “Oh olsun, dolandırılmasaydı aptallar” diyerek bir de biz arkamızı döndük.

Güneydoğu’daki insanlarımızı ise feodal toprak ağalarının insafına terk ettik. Onların ” Koyun gibi güdülmesi”nde en büyük suç, 1938′den sonra iktidarlarda, sadece oy için aşiret reislerinin kapılarını çalan siyasilerde ve toprak ağalarını, feodaliteyi TBMM’ye taşıyan partilerdedir.

Peki, biz suçsuz muyuz?… Elbette değil… Üniversiteyi bitiren çocuklarımızı Güneydoğu’ya göndermemek için az kapı aşındırmadık, büyüklerimizin (!) karşısında az takla atmadık.

Biz Cumhuriyetçiyiz, Laikiz… Hani halkçılığımız?..

Halkçılık mı dediniz?.. Onlar eğitimsiz ve cahil.. Onlar bir avuç bulgura, nohuda oylarını satıyorlar… Bizim halkımız adam olmaz…

Peki, onlar gerçekten eğitimsiz ve cahilse, sadakaya muhtaç olacak kadar yoksullaştırılmışsa, kaderciliğe, yobazlara, teslimiyetçilere, işbirlikçilere suç sadece onların mı?…

Aslında yazacak, paylaşılacak ve öz eleştiri yapılacak o kadar çok şey var ki…

Ama size bir anımı aktararak bu yazıyı sonlamak istiyorum.

Yıl 1955 veya 1956. Tam hatırlayamıyorum. Erzurum’dayız o zamanlar… Günlerden 10 Kasım… Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün HAKK’a yürüyüşünün yıl dönümü… Kapımız çalındı.. Komşumuz Kadın Ana’nın torunu helva getirmişti bize.. Annem “Hayırdır?” dedi. Kızcağız “Sarı Paşa’nın ölüm yıl dönümü. Anneannem hatim indirdi, Yasin-i Şerif okuyarak helva kardı. Siz de Sarı Paşa’nın ruhuna Fatiha okuyun” dedi ve gitti..

Kadın Ana çok sayılan ve sevilen, Bağımsızlık Savaşı’ında erini bu topraklar için şehit vermiş, iki bebesini tek başına okutmuş yaşlı bir kadıncağızdı. Yazın beyaz, kışın ise kahverengi ehram kuşanırdı. Saçının tek bir telini bile gören hiç kimse yoktu. Dini bütündü. Namazında, niyazındaydı..

“Gel, Kadın Ana seçimlerde DP’ye oy ver” diyenlere verdiği cevap hala beynimde, sanki kızgın bir demirle dağlanmış misali hiç silinmeden durmaktadır..

“Haydi ordan gavurun dölleri… Bu minarelerde hala ezan okunuyorsa bilin ki bu Sarı Paşa’nın yüzü suyu hürmetinedir. Ben yaşadığım kadar Atatürk’ün Partisi’ne oy vercem. Adamı günaha sokmayın”

İşte böyle demişti benim cahil, eğitimsiz halkımın Kadın Ana’sı…Biz elimizle yanımızda saf tutan tüm Kadın Ana’ları öldürdük galiba..

Siz alınmayın, darılmayın, hatta üzerinize de hiç alınmayın. Ben bu yazıyı hani “Kendim yazdım, kendim okudum” diye yazdım.

Ama itiraf etmem gerekirse, ben bu eğitimsiz, cahil ve sadakaya muhtaç halkımı, şu meşhur alaca karanlık aydınları ile asla aynı kefeye koymam, aynı terazide tartmam.

Hiç anlamaya çalışmadığımız ve kendimizi anlatmak için hiç çaba sarf etmediğimiz “Benim cahil, eğitimsiz halkım” benim başımın tacıdır.

Atatürk’ün sofrasında “Milletin efendisi geliyor, ona yer açın” dediği insanlara biz de gönül kapımızı açar ve onlarla kucaklaşmayı başarırsak, inanın Kemalist Devrim daha tez zamanda hayata geçecek ve Tam Bağımsız Türkiye yeniden inşa edilecektir.

FİGEN ÖZEN

İLK KURŞUN

7 Nisan 2011

Ahlak için nedir gerekli olan...


Felaket üzerine, felaket yaşayan Japon halkı girmiş olduğu sınavda 10 üzerinden 10 aldı, çünkü:


1. Sakindiler
Değil birbirleriyle tartışmak ya da kavga etmek, üzüntülerini dahi kalplerine gömdüler.
2. Saygılıydılar
Su ve Yiyecek için disiplinli kuyruklar oluşturdular. Ne kötü bir kelime ne de kötü bir davranış sergilendi.
3. Yetenekliydiler
İnanılmaz mühendislik örneği verdiler, binalar sallandı, ancak hiç biri yıkılmadı.
4. Zarif ve Nezaketliydiler
İnsanlar, sadece o anlık ihtiyaçları kadar aldı, bu yüzden herkes bir şey alabildi.
5. Dürüst ve Anlayışlıydılar
Kimse yağma yapmadı, yollarda kimse korna çalmadı ve birbirlerini geçmeye çalışmadı.
6. Gerektiğinde Kendilerini Feda Etmeyi Bildiler
Elli işçi N-reaktörlerin soğutulması için kendini feda etti. Bu para ile ölçülebilecek bir fedakârlık değildir.
7. Şefkatliydiler
Restoranlar fiyatları düşürdü. ATM’ler için güvenlik gerekmedi. Güçlü olan güçsüzü korudu.
8. Eğitimliydiler
Yaşlılar, çocuklar ve herkes ne yapacağını biliyordu ve onlar da bunu yaptılar.
9. Medyaları Medyatik Değildi
Haberlerde olağanüstü olgunluk gösterildi. Hiçbir şey reyting anlayışıyla yapılmadı.
10. Vicdanlıydılar
Mağazalarda elektrik kesildiğinde, herkes satın almayı düşündüğü eşyayı tezgâhın üzerine bıraktı ve sessizce ayrıldı.

Japonlar yine yaptılar yapacaklarını.


Bizde gündeme getirip tartışan yok ama, Batı dünyası, hele de Katrina kasırgasının ardından yaşadıklarını unutmayan Amerikalılar şaşkınlıkla izliyor Japonları.

Aslında en çok bizim üzerinde düşünüp tartışmamız lâzım.
O kadar büyük bir felâket yaşadılar, görüntülerde başı kesik tavuk gibi sağa sola saldırırcasına koşuşan yok.
Salya sümük ağlaşıp Nerede devlet ? Yardım isteriz, şunu isteriz, bunu isteriz diye cazgırlık eden yok.
Yardım dağıtım noktalarına saldıran yok.
Raflarında çok sınırlı miktarda mal kalmış olduğunu bilmelerine karşın dükkânlar önündeki kuyrukları bozup da cam çerçeve kırarcasına kapılara saldıran da yok.
Ve Batı dünyasını en çok şaşırtıp tartıştıran durum, henüz yağmalamanın görülmemesi.

Katoliklere ait bir web sitesinde Japonlar Hristiyan olmamasına karşın nasıl bu kadar ahlâklı olabiliyor ? sorusu ortaya atılmış.

Abes bir soru. O soruyu sormak Hristiyanlara mı düşer ? Sorsak biz sorarız.
"Gerçekten, bu ehli kitap kâfirler kategorisine bile giremeyecek kadar Allah'sız-kitapsız tayfasından Japon toplumu nasıl bu kadar üst düzey insanî nitelikler gösterebiliyor ?"

Bir uzmanın açıklaması şöyle; Japon ahlâkı, günah ve günah anlayışından kaynaklanan korkuya değil, çevreden utanma temeline dayanır.

İlginç bir açıklama.


Eğer öyleyse, Japonlar yine yaptı yapacağını demektir. Ahlâklı olmak için asgariden bir adet peygamber bir adet de din kitabı gerekir diye düşünen dünya çoğunluğunun önüne uygulamalı olarak yeni bir icat koymuş bulunuyorlar.

Japonların bu yaptığı insanlığa reva mıydı ?

Ama n'apacaksın, kâfir işte..