29 Aralık 2012

Irak'ı ABD Askerlerine Teslim Eden Kesnizani Tarikatı



Geç kalmadıysak eğer ders çıkartmak lazım..
 
Bu yazımda sizlere Ramazan Kurdoğlu’nun çok değerli bir çalışması olan;
“Hollywood ve Kabala’nın 13. Havarisi Evanjelizm(syf. 292-296)” adlı kitabından sunacağım bir kesit; Türkiye’de olanlara da net bir ayna tutuyor:

ABD Irak’a vurduğunda, Irak ABD’ye adeta altın tepsi içinde teslim edilmişti.
Herkes “Esas savaş Bağdat’ta olacak” derken Bağdat savaşmadan teslim edilmişti. Tarih 10 Nisan 2003’ü gösteriyordu.
Teslimatı yapan, gerçekte Irak’ta herkesin bildiği ama ortalıkta gözükmeyen KESNİZANİ tarikatıydı.
Tarikat “körfez savaşı”ndan sonra Saddam’ın etrafını örümcek ağı gibi sarmıştı. Saddam’ın karısı, çok güvendiği generalleri ve istihbarat kuruluşlarının başındakiler… Hepsi tarikat “müridleri”ydi.

Kesnizani tarikatı, MOSSAD ve CİA tarafından Saddam’ı içten yıkmak, Irak’ı kolayca teslim almak için organize edilmişti.
Saddam 33 yıllık diktatörlüğünde, birçok karşı ihtilal, suikast vartalarını atlatmıştı. Ancak “tarikatın” metodu hepsinden farklıydı.
Tarikatın “müridleri” Saddamın en yakınında olanlardı. Onun her hareketini, her adımını an be an tarikat şeyhinin oğlu Nehru’ya aktarıyorlar, sonra da bilgiler kuş olup MOSSAD ve CİA istasyonlarına doğru uçuyordu.

Şeyh Muhammed Abdülkerim Kesnizani, zikirden ziyade, siyasete meraklıydı. Müridlerine de Kur’an eğitimi yerine adını zikretmeden Kabala öğretilerini /mistizmini anlatıyordu.
Kesnizani tarikatı, baba Abdülkadir zamanı da dahil Saddam’a bağlılıkta kusur etmiyordu. Kürt, Türkmen, Arap rejim muhaliflerini anında BAAS Parti istasyonlarına bildiriyordu.
Şeyh Muhammed kitap yazmaktan da geri durmamıştı. Tarikatın dönüşümü şeyh efendinin etrafındaki İslam alimlerince, gerçekte MOSSAD ajanı hahamlarca hızlandırılmıştı. Şeyh’in kitabı, Kabala öğretilerini İslam mistizmi adı altında imanlı müridlerin beyinlerine ve kalplerine ince ince enjekte etmek için başucu kitabı olarak kullanılmaktaydı.

Müridlere MOSSAD’ın hahamlıktan tövbekar hocaları ders veriyordu.
Aslında tarikatın asıl hedefi Irak ordusuydu.
Öncelikle generaller ve subaylar Keznizani tarikatının müridleri haline getirildiler.
Genelkurmay Başkanı, Genel Askeri İstihbarat Başkanı, Hava Kuvvetleri Komutanı, hepsi Şeyh Muhammed Abdülkerim Kesnizani’nin ayağını öperek müridler arasına girmişti.
Irak’ın acımasız El-Muhaberat’ının sivil-asker elemanları da tarikatın müridleri olmuşlardı.
Müridler arasında bir isim vardı ki, Saddam’dan sonra BAAS’ın en kudretlisiydi: İbrahim İzzet El Duri. Duri bütün karanlık odaklarla ilişki kuruyor, Saddam’ın bütün pis işlerini organize ediyordu. Duri şeyhin ayağını öpenler arasına çoktan dahil edilmişti.
Öte yandan Saddam’ın karısı Sacide Hayrullah, Saddam’ın kardeşleri Vatban ve Barzan ile oğul Uday da müridler arasındaydı.
Birinci körfez savaşında Baba Bush, Bağdat’ı işgali reddetmişti. İsrail bu duruma çok bozuldu.
Irak hızlı bir şekilde parçalanmalıydı.
Gözüne kestirdiği Kürt tarikatı Kesnizani’lik üzerinden Irak’ın İslami hayatını da kontrol altına alacaktı.
MOSSAD Kesnizani tarikatının önde gelenleriyle muhtelif yollardan temasa geçti ve ilişkileri hızla geliştirdi.
 

Irak Devleti’nin mekanizması içinde yer alanlar, medya mensupları uhrevi yollardan ikna edilemezlerse MOSSAD’ın cömertçe tarikata aktardığı dolarlarla ikna ediliyor, mürid yapılıyordu.
Saddam’ın yatak odası dahil, istihbaratçı müridlerden derlenen bilgiler oğul Nehru’da toplanıyor, Nehru’da bunları MOSSAD’a aktarıyordu.
Artık Saddam ve çevresinde neler olup bittiğinden Kesnizani tarikatı ve şeyhi vasıtasıyla MOSSAD anında bilgi sahibi oluyor ve gereği yapılıyordu.
Tarikatın içine MOSSAD iyice yerleşmişti. Şeyh adına rahat rahat operasyon yapar hale gelmişti.
Kısaca, Güneyde Şii Müslümanlar Kuzeyde ise Türkmenlerin büyük çoğunluğu hariç sivil Araplar, Kürtler ile Irak devlet mekanizmasını elinde bulunduranlar Kesnizani tarikatı kullanarak MOSSAD ve CİA tarafından devşirilmişler ve psikolojik harbin kurbanı olmuşlardı.
Saddam en yakınlarının bile tarikat tarafından mürid yapıldığını, her hareketinin CİA ve MOSSAD’a ulaştırıldığını fark ettiğinde iş işten geçmişti.

Amerika, İngiliz birlikleri Irak’a saldırdılar. Güneyde müthiş bir dirençle karşılaştılar.
Dünya medyası, bu arada Türk medyası, akademisyen, emekli asker, strateji uzmanları asıl savaşın Bağdat ve çevresinde olacağını dile getiriyorlardı.
Halbuki Bağdat ve çevresi Saddam’ın askerleri tarafından hiçbir direnç gösterilmeden Amerikan askerlerine teslim ediliverecekti. Niçin böyle olmuştu?
Tarikat yoluyla Irak devlet mekanizması devşirilmişti. Şeyh Muhammed müridlerine Amerikan askerlerine direnmemelerini öğütlemişti. Şeyhin emrindeki mürid generaller vatanlarının bağımsızlığı için savaşmak yerine Şeyh Muhammed’in emrine uydular.

Bu arada İzzet El Duri de boş durmamış, Bağdat’ın Kuzeyini de o teslim etmişti Amerikalılara. Şeyhin isteğinde mutlaka bir keramet vardı.
Bağdat Bağdat olalı böyle bir şerefszilik görmemişti.
Buraya kadar anlattıklarım muhtelif kaynaklarca teyit edilmiştir.
En önemlisi Türk Milletinin ve devletinin “Kesnizani Tarikatı Operasyonu” ndan çıkaracağı bir ders var mıdır?
Dr. Ramazan Kurdoğlu’nun verdiği bu bilgiler, Türkiye’de hala uyuyuyanlara ders gibi bir uyarıdır.

Türkiye’de devlet mekanizmasını ele geçirenler, geçiremedikleri kesimlere savaş açanlar, Türk Ordusu’nu hedefe oturtanlar kim? Ordu’nun kalbine girip en mahrem bilgileri ele geçirenler, devletin gizli bilgilerini “iddianame adıyla” ortalığa saçanlar… İletişim, Milli Eğitim, Polis İstihbarat Şube gibi önemli birimlerin ezici çoğunluğunu ele geçirenleri… Devlet mekanizması içinde kanserli bir hücre gibi METESTAS yapan dindar görünümlü örgütü herkes biliyor.

Onlar da Kuran okumuyor. Okudukları; tek kişinin adını taşıyan kitaplar içinde ne kadar Kabala öğretisi var bilmiyoruz. Taraftarları gece gündüz bu kitapları hatmediyor. Kelimelerin tekrarı beyinleri esir alıyor. Efendileri Amerika’da. Onlar Amerika’da olmasını “hicret”, yani Peygamberimizin sünnetini işlemesi olarak kabul ediyor. Dinlerarası diyalogun öncüsü de olan Hoca efendilerinin buyruğunu Allah’ın buyruğu gibi kabul ediyorlar.

10 Yıllık süre içinde gördük ki, hedef yaptıkları kurum ve kişileri bertaraf ederken hiçbir ahlaki kurala uymuyorlar. En ahlaksız yöntemlerle saldırıyorlar. Acımaları yok. Hedeflerine karşı imha edici bir silah gibiler.


 
Dr. Ramazan Kurdoğlu yazısında;


“Tarikatın içine MOSSAD iyice yerleşmişti. Şeyh adına rahat rahat operasyon yapar hale gelmişti.”

Diyor.
Türkiye’de cemaat görüntülü örgüt adına MOSSAD ve CİA ne kadar operasyon yaptı acaba?


Bu yapılanmaya YILLARDIR izin veren, destek çıkan bütün kurum ve kuruluşlar gösterdikleri açık zaaf ve görev ihmalinden dolayı hesap verip yargılanmalıdır.
Bu yapıların Türk devletlerinde ve Türkiye’de açtıkları okul ve dershaneler aslında MİSYONER okullarıdır. Amaç küresel elite hizmet edecek “tek dinli- tek dilli-mankurtlaşmış” köle nesiller yetiştirmektir.
Bu durumu hala görmeyenler gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içindedir.
Tehlike görünenden büyüktür. Çürümenin ne kadar derinleştiğini anlamak için illa Türkiye’nin de savaşa girip Ankara ve İstanbul’u teslim mi etmesi gerekiyor?
16 adamız Ege’de Yunanistan’a teslim edildi, yetmedi mi?

TEHLİKENİN FARKINDA MISINIZ?


Zahide UCAR

19 Aralık 2012

İstiklal savaşı filan yok, hepsi dümen!

 



Punta’da bayram vardı.
Yunan ordusu Pasaport’tan karaya çıkmış, İzmir Metropoliti Hrisostomos etekleri zil çala çala koşmuş, haçıyla takdis edip, “evlatlarım, ne kadar Türk kanı içerseniz, o kadar sevaba girmiş olacaksınız” diyerek yere kapanmış ve ilk ayak basan Yunan albayının çizmelerini öpüyordu.
Aniden… Uzun boylu, siyah takım elbiseli bi delikanlı fırladı ortaya, elinde revolver. Bastı tetiğe, trak trak trak! Efsun alayının sancaktarı karpuz gibi düştü atının sırtından. Panik… Baktılar ki, tek kişi, sarıverdiler etrafını, ilk süngüyü iman tahtasına sapladılar, sonra neresine denk gelirse, orasına… Hasan Tahsin’di o çılgın Türk. Henüz 30’unda.

Hükümetimiz “bu tür şayialara ehemmiyet vermeyin” diyordu hâlâ… Teori’yle pratik’in kesiştiği insan ise, vakit tamam demişti, Anadolu’ya geçiyoruz. Böyle başladı macera.

Ateşten gömleği giymişti ulus, aktı gitti, aylar yıllar, canlar… Takvimler 30 Ağustos 1922’yi gösterdiğinde, yer gök yarılıyor, şöyle yazıyordu hatıra defterine Yüzbaşı Kanellopulos, “Türk topçusu susmuyor, titreyerek güneşin batmasını bekliyoruz.”

Onun batmasını beklediği güneş, bizim için doğuyordu aslında… Çıktı bi kayanın üstüne Mustafa Kemal, haykırdı karanlığa, “Eyy Hacıanesti nerdesin, gel de kurtar ordularını!”
Kudurmuştu Ali Kemal... Büyük gazeteci! Kin kusuyordu köşesinden, “bu millici mahluklar kadar başları ezilesi yılanlar hayal edilemez, düşmanlar onlardan bin kere iyidir…”
O “mahluk”lardan biriydi İzmirli süvari teğmen Yıldırım… 18 yaşında. Vurulmuştu. 40 derece ateşli olmasına rağmen hastaneden kaçmış, cepheye koşmuş, bugün kendi adını taşıyan Küçük köy İstasyonu’nu almaya çalışırken, son nefesini vermiş, bahçesine gömülmüştü.

Yıldırım toprağa düşerken, 30 kadar Yunan askeri girdi, savunmasız Kuzuluk Köyü’ne… Gözleri Fatma’ya takıldı, 15’inde… “Taze incir gibi” dediler, sırıtarak… Kaçtı Fatma, evine kapandı, kapıyı kilitledi. Omuzladılar. Açılmadı. Yakalım dediler, evi yakalım, nasıl olsa çıkar. Çaktılar kibriti. Alev alev. Çıkmadı kardeşim. Çıkmadı Fatma.
Teğmen Şevket, Uşak’tan geçiyordu o sırada… Sakarya’da şehit olan Yüzbaşı Basri’nin anacığı yakaladı kolundan, “Basrim nerde?” diye sordu. İçi çekildi Şevket’in, boğazı düğümlendi… “Arkadan geliyor ana” dedi. Söyleyemedi gerçeği… Ve, ömrünün sonuna kadar unutamadı bu yalanını, “kendimi asla affetmedim” diye yazdı, o güne dair hatırasını.

“Bastır parayı, askerlikten yırt” yoktu o zamanlar… Allah kısmet ederse, romanını yazmak istediğim, Albay “deli” Halit, belinin sağında “namuslu” dediği tabancasını, belinin solunda “namussuz” dediği tabancasını taşıyordu. İşgalciye “namuslu”yla sıkıyor, işgalciden korkup geri kaçana “namussuz”u gösteriyordu, “tercih senin yiğidim, istersen buyur kaçmayı dene!”

“Deli”ren biri daha vardı… İstanbul’daki işgal kuvvetleri komutanı General Charpy, öfkeden deliye dönmüştü. Yırttı elindeki haritayı, fırlattı duvara, “bu hızla yarın İzmir’e girerler” dedi. İnanamıyordu. 250 bin kişilik devasa ordu, hayalet gibi çıkıp, bi ordan bi burdan dalan, hızar gibi biçen Fahrettin Altay komutasındaki süvari tarafından lokma lokma bölünüyordu.

Kaçıyordu Yunan.
Ecel peşinde.

Ve, 9 Eylül. Hava mis. İzmir’in dağlarında çiçekler açıyordu. Bornova’dan boşaldılar aşağıya doğru, dörtnala. Sonradan adı Kahramanlar olan semte geldiler. Ödenecek “bedel” vardı daha… İkinci Tümen Dördüncü Alay’dan Konyalı Mehmet, Akşehirli Hakkı, Avanoslu Ahmet, düştüler oracıkta. Bugün, anıtları var orada. “Vatan ve namus” yazıyor altında.

İzmir’e ilk giren süvari olma “şeref”i, İzmirli soyadını alan, Yüzbaşı Şeref’e nasip oldu. Bismillah ilk iş, koştu Şeref, Hasan Tahsin’in düştüğü yere, Hükümet Konağı’nın alnı kabağına dikti al sancağı… Asteğmen Besim, Kadifekale’ye varmıştı bile.

Minarelerden ezan sesi yükselirken, Belkahve’deydi, Mustafa Kemal, seyrediyordu.

İşgal edildiği gün, bir ulusun Kurtuluş Savaşı’nı başlatan, işgali bittiği gün, o ulusun Kurtuluş Savaşı’nı bitiren, dünyada bu özelliğe sahip tek şehir, İzmir’i… Seyrediyordu.

Ağır ağır karardı hava. Kavuniçi top gibi gömüldü körfeze güneş, usuuul usul… Nif’te, kendisi için hazırlanan bağ evine gitti. Tek kat, taş, penceresiz, gaz lambasının cılız ışığıyla aydınlanan, buram buram Ege kokan bağevine… Etrafında, Celal Bayar’ın “Galip Hoca” lakabıyla dağlarda örgütlediği efeler… Yorgundu. Yemek getirdiler. Yemedi. Cıgara çıkardı. Kahve istedi. “Biliyor musun İsmet” dedi… “Bir rüya görmüş gibiyim.”

Karabasanla başlayan, 3 yıl 3 ay 22 gün süren, mucizeyle biten bir rüya… Sona ermişti.

Taa ki… AKP’nin ilahiyatçı mebusu İhsan Şener, TBMM çatısı altında, “biliyor musunuz” diye başlayıp, “Yunanlıların Türklerle savaşı yok. Bütün şehitlikler temsili” diyene kadar.
 
 
Yılmaz Özdil

11 Aralık 2012

Dini Yahudi Türk Vatandaşı..






(İlginç bir mektup, okuyun istedim..)

Ben hep Türk’tüm. Hem de “köküne kadar” dediklerinden.
En milliyetçimiz sensin derdi arkadaşlarım!..
Vatanımda yaşarken, bazıları yabancı mısın diye sorarlardı.
Bilmemek ayıp değil… Anlatırdım!..
Dinim Yahudi, milliyetim Türk derdim.
Hepsi bu. Konu kapanırdı.Zannederdim!..
Hayat devam ederdi. Müslüman, Hristiyan, Yahudi.
Neşemizi, derdimizi, masamızı, yatağımızı, küçükken yaramazlıklarımızı, ergenlikte deliliklerimizi her şeyi paylaştık.
Birlikte mutluyduk.

Evde ısrarla öğretmişlerdi:
“Yahudiler azınlık statüsünü reddettiler, biz herkes gibi Türk’üz,
Varlık vergisi yalnız Yahudiler için değildi,
Devlet bizi Hitler’e vermedi, kül olmaktan kurtardı…”
25 yıl boyunca ben hep Türk’tüm.
Başka ne olabilirdim ki?

Kaderin cilvesi beni ailemden, dostlarımdan, vatanımdan ayırdı.
Yurt dışına yerleştim.Mutsuzdum!..Hep memleketimi özledim.
Ruhsuzlar arasında kaldım; kalbi temiz, yardımsever, sıcacık insanımı özledim.
Densizler sordu:
Arapçadan sonra, Latin alfabesini öğrenmek zor olmadı mı?
Bu etekleri özel olarak Avrupa’ya geldiğin için mi diktirdin?
Her defasında açtım ağzımı, yumdum gözümü!..
Atamızın devrimlerini, laik Cumhuriyetimizi anlattım kara cahillere.
Biri dil uzatmaya kalksa Türk’e, aslan kesilirdim!..
Neye uğradığını şaşırırdı.
Bir keresinde kafasız bir gazetecinin,
Türkiye’de azınlıkların yaşadığı zorlukları yazacağı tuttu.
Kan beynime fırladı!..
Oturdum döşedim okuyucu mektubumu.
Mektup yayınlandı.
Tanıdık, tanımadık birçok yurttaştan tebrikler geldi…
Başkonsolosumuz bile yazdı.
Görevini yerine getirmiş bir Türk olarak çok mutluydum.

Hamileyken karnımı Türkçe şarkılar çalan radyolara dayadım.
Kızlarım doğdu, onlara hem ninni, hem İstiklal Marşını söyledim.
Ufacıktılar göbek havası eşliğinde dans derslerini vermeye başladığımda…
Türkçeyi düzgün öğrensinler diye aldığım kitaplar halen kütüphanemde.
Ayşe topu at. Ali elma ye.
Avrupa bataklığında sevgiyi, saygıyı, yardım etmeyi, terbiyeli olmayı öğretmek çok zordur.
Yılmadım!.. Bizim değerlerimizi anlattım hep.
Arabamda Türkçe kasetler, televizyonda Türk kanalları, masamızda Türk yemekleri.
Salonumda Atatürk.
Çocuklarım kolaya kaçıp yabancı dilde konuşmaya kalksalar,
Bıkmadan usanmadan tekrarladım:
Vatandaş Türkçe konuş!..
Ve asla yanımdan ayırmadığım iki çakmak.
Birinde bayrağımız, diğerinde Atamız.
Yan gözle bakan yabancılara onları gururla göstermekten duyduğum haz!..
Yurt dışında otuz yıl boyunca ben hep Türk’tüm.
Başka ne olabilirdim ki?

Şimdilerde bazı densiz yurttaşlarım garip şeyler söylüyor:
Ben galiba Türk değil de Türkiyeliymişim.
Hele bazıları için ben İsrailliymişim.
“Hoşgörüyle” bu vatana “misafir” edilmişim.
Bir Yahudi nasıl olur da Eurovision’da Türkiye’yi temsil edermiş!..
Daha beterlerini de söyleyenler var.
Osmanlıyı yıkanlar, Jön Türkler, hatta Ergenekoncular (her ne demekse) bile Yahudi’ymiş.
En son ne okudum dersiniz?
Avrupa’da Türk ve Müslüman nefreti, daha ziyade Yahudiler tarafından kışkırtılmaktaymış.
Vay ki ne vay!..

Vatanımdan pis kokular geliyor…

55’imden sonra, dinimden dolayı benden nefret eden yurttaşlarım olduğunu, hatta Türklüğümün, sadakatimin sorgulandığını duymak beni kahrediyor.
“Yabancı” yaftası yüreğimi acıtıyor.
Üzgünüm, kızgınım ve çok kırgınım!..
En dayanılmazı ise içimi yiyip bitiren soru:

Köklü bir değişim mi bu yaşananlar, yoksa; yıllarca ayakta mı uyudum ben?


Simon Bilman / İsviçre, Ocak 2012 / İstanbul St.Benoit mezunu