20 Nisan 2011

Asıl hata nerede yapılıyor,bir düşünün...

       İlişkiye bakın,ne kadar içten ve samimi,köylü can kulağıyla dinliyor Mustafa Kemal'i


“Bu cahil millet.”

”Bırak be kardeşim oylarını iki kilo nohut, bulgur ve fasulyeye satıyorlar..”
“En büyük sorun eğitimsizlik. Okumuyorlar kardeşim.”
”Referandumda ” evet” diyen % 58 haindir”
“Hepsi koyun sürüsü mübarek”
“Arkadaşım laik ve cumhuriyetçiyim. Elbette çağdaşım, gerisi vız gelir bana..”

Bu satırlarda bazılarımızın her zaman dile getirdiği, bazılarımızın da işin özüne inmeden yazıların altına yazdığı yorumlarda sıkça kullanılan düşünceleri sizinle paylaşmaya çalıştım.

Aslında bugün oturup bir ikinci yazıyı yazmaya hiç mi hiç niyetim yoktu. Ancak belediye otobüsünde şahit olduğum bir olay, beni bu satırları yazmaya adeta itti.

Saat 16.30 suları.. Durakta otobüse binen yaklaşık 60-65 yaşlarında eski fakat temiz giysili bir adam, ilk boş bulduğu koltuğa, oldukça frapan giyimli bir hanımın yanına oturdu. Adamın ayağında şalvar, başında da kasket vardı. Ama üzerindeki temizliğin simgesi sabun kokusu, hemen arkasındaki koltukta oturan bana kadar ulaşıyordu.

Nedense o çok modern giyimli ve çağdaş görünümlü hanımefendi (!), milletin gerçek efendisinin yanına oturmasından, rahatsız olduğunu hareketleri ile belli ederek ayağa kalktı ve başka boş bir koltuğa oturdu.

Adamcağız neye uğradığını şaşırmış, kadının bu hareketine hiç bir mana verememişti. Sadece “Ben hiç bir şey yapmadım.” diyebildi.

Sonra sustu, tıpkı suç işleyen bir çocuk gibi başını öne eğerek sessizce oturdu. Kadına gelince çok büyük şey başaranların havası bakışları ile diğer yolcuları tetkik ediyor ve sanki onlardan aferin bekliyordu adeta…

Aferin… Ama kime aferin?.. O şımarık, burnu büyük kadına mı, tepkisiz ve suskun kalan diğer yolculara mı? Yoksa asaleti ile bizleri utandıran milletin gerçek efendisine mi aferin?… Kime ?..Kime?…

İçim acıyarak indim otobüsten. Gidip o adamın yanındaki boş koltuğa oturmadığım için kınadım kendimi. Utancımdan içim üşüdü..

Şimdi bazı dostlarım aşağıda onlarla paylaşacağım düşüncelerimi okuduktan sonra, bu satırların bir mizansen olduğunu düşünebilirler. Ancak sizi bütün samimiyetimle temin ederim, yazdıklarımın tamamı doğru…

Bir soru sordum kendime… Biz nerede yanlış yaptık ve neden Anadolu’nun gerçek sahibi köylü ile aramıza mesafeler girdi?..

Ancak bu sorunun cevabını irdelemeden önce Mustafa Kemal’den bir anı aktarmak istiyorum sizlere.. Daha sonra “Benim Cahil Halkım”la olan yolculuğumuza devam ederiz.

Yıl 1931.. Mustafa Kemal Aydın Türk Ocağını ziyaret etmektedir

“Akşam üzeri Türk Ocağı’na uğradı. Ocak Başkanı Fevzi Germen üyelerle birlikte Atatürk’ü karşılamıştı. Atatürk gençlere:

-Sağlık, sosyal, kültürel ve tarım alanlarında köylüyü aydınlatacak ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz? Bir programınız var mı? Diye sorunca bir genç atıldı.

-Paşam, harcırahımız ve vasıtamız olmadığı için köylere gidemiyoruz.

Atatürk’ün rengi atmış, canı sıkılmıştı. kükredi.

-Siz gidemiyorsunuz ama, bir sürü yobaz ayağına çarığını çektiği gibi, sırtında torbasıyla karanfil vs satıyorum diye inkılabı köstekleyen yayınlarla köyleri adım, adım dolaşıyor. Sizin bu uğurda en küçük tedbiriniz yok.”

Evet, itiraf etmek gerekir ki bizim “bu uğurda en küçük tedbir”imiz yok..

Birden Köy Enstitüleri geldi aklıma… Hani şu köylü çocuklarını eğiten ve eğitim ordusunun bire kahraman neferi haline getiren Köy Enstitüleri…

Tarım, kültür, sanat, marangozluk ve daha nice dallarda eğitilen, kendi dersliklerini kendi yapan çocuklar… Saz çalan, kerpiç yoğuran, türkü çığıran, Anadolu ile hem dert olan öğretmenler…

Bağımsızlık Savaşı’nın ardından erkeksiz, yağma edilmiş, yoksul köylerde yeni, yeni filizlenen kız, erkek Köy Enstitülerinde yetişen eğitim ordusunun aydınlanma savaşçıları..

Sonra ne yaptık?.. Kapattık bu okulları.. Onları yoksullukları ile birlikte köylerine hapsettik. Yolları yoktu. Biz oralara gitmeye üşendik. Milli tarımı çökerttik. Onları bankaların, tefecilerin insafına terk ettik.

Ama yobazlar, devrim karşıtları çarıklarını çektiler ayaklarına.. Mustafa Kemal dinsizdir, Kemalistler din düşmanıdır diye beyinlerini yıkadılar İstiklal Yolu’nu , Cumhuriyet’e giden yolu döşeyen, Misak-ı Milli sınırlarını kanlarıyla çizen benim, bizim atalarımızın çocuklarının…

Biz ise uygarlığı Batı’yı Mustafa Kemal’in deyimiyle “MAYMUN GİBİ TAKLİT ETMEK” olarak algıladık. Milli benliğimizi yitirdik, örf ve adetlerimizi unuttuk. Adı sadece Milli olan eğitimin sayesinde kendi vatanımızda, öz topraklarımıza ve milletimize yabancılaştık…

Kendimizce elit bir sınıf yarattık. Şehirler büyürken, modernleşirken köyler iyice fakirleşti.. Köyden şehire, aş ve iş kaygısıyla göç başladı. Gecekondu kültürü, şehire göç eden köylünün yaratığı yeni bir yaşam şekliydi.

Onlar bizim oturduğumuz semtlerdeki pırıl, pırıl ışıkları kıskançlıkla seyrettiler. Bizler ise onları görmezden gelmeye devam ettik.

Ama yobazlar, karşı devrimciler asla boş durmadılar. İlk önce ellerinde bir paket kahve ile tüm gecekondu mahallelerini üşenmeden, kapılarını tek, tek çalarak dolaştılar. Cenazelerine katıldılar, düğünlerinde birlikte oldular.

Ve ellerindeki en müthiş silahı kullandılar.. Din… Allah korkusu.. Kadınlar ordusu kurdular.

Onların da başlangıçta paraları ve vasıtaları yoktu. İmece yaptılar aralarında… Bir somun ekmeği az bir peynirle bölüşüp yediler.. Durmadılar, yürüdüler, koştular, cemaatleştiler, tarikatları arkalarına aldılar ve iktidar oldular.

Biz ise cafelerde coffe-latte’lerimizi yudumlarken, halkın cahilliğinden yakındık. Sonra o salondan öbürüne koştuk, konferanslar dinledik. Bazen yanlışlarla, bazen de doğrularla doldurduk kafamızı…

Seçim zamanı çaldık kapılarını… Boyalı saçlarımız, makyajlı yüzlerimiz ve bilgiç hallerimizle onlardan “oy” istedik. Onlar içten içe dalga geçtiler bizimle..

“Artık eski desti ile su içmeyiz. Kırdık o destiyi. Bize yeni desti lazım” dediler. Önce hiç bir şey anlamadık. Sonra AKP’nin halkın yeni destisi olduğu çıktı ortaya..

Onlar yurtlar yaptılar, zeki fakat fakir çocukları bu yurtlarda toplayarak, Türkiye’nin geleceğine pranga vurdular.

Hastahanelerde nöbet tuttular, hastaların yardımına koştular ve “filanca partinin gençlik kollarındayız, ne zaman ihtiyacınız olursa bizi arayın” deyip kartlarını uzattılar.

Biz ise “Benim cahil halkım“ın tıka basa doldurduğu hastahane koridorlardan geçerken, onlara yardım etmek bir yana, burnumuzu tıkadık geçtik.

Samimi dini inaçlarından başını örten kadınları, ibadetini yapan insanları kabullenemedik ve onları ya “Dini alet ederek ecnebilerle işbirliği yapan MÜRTECİLERE“, ya tarikatlara ya da cemaatlara teslim ettik.

Bir çok dinci örgütler, sahte holdingler, iş adamları (!) çıktı ortaya.. Dindar insanlarımızı sömürdü, dolandırdı.. “Oh olsun, dolandırılmasaydı aptallar” diyerek bir de biz arkamızı döndük.

Güneydoğu’daki insanlarımızı ise feodal toprak ağalarının insafına terk ettik. Onların ” Koyun gibi güdülmesi”nde en büyük suç, 1938′den sonra iktidarlarda, sadece oy için aşiret reislerinin kapılarını çalan siyasilerde ve toprak ağalarını, feodaliteyi TBMM’ye taşıyan partilerdedir.

Peki, biz suçsuz muyuz?… Elbette değil… Üniversiteyi bitiren çocuklarımızı Güneydoğu’ya göndermemek için az kapı aşındırmadık, büyüklerimizin (!) karşısında az takla atmadık.

Biz Cumhuriyetçiyiz, Laikiz… Hani halkçılığımız?..

Halkçılık mı dediniz?.. Onlar eğitimsiz ve cahil.. Onlar bir avuç bulgura, nohuda oylarını satıyorlar… Bizim halkımız adam olmaz…

Peki, onlar gerçekten eğitimsiz ve cahilse, sadakaya muhtaç olacak kadar yoksullaştırılmışsa, kaderciliğe, yobazlara, teslimiyetçilere, işbirlikçilere suç sadece onların mı?…

Aslında yazacak, paylaşılacak ve öz eleştiri yapılacak o kadar çok şey var ki…

Ama size bir anımı aktararak bu yazıyı sonlamak istiyorum.

Yıl 1955 veya 1956. Tam hatırlayamıyorum. Erzurum’dayız o zamanlar… Günlerden 10 Kasım… Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün HAKK’a yürüyüşünün yıl dönümü… Kapımız çalındı.. Komşumuz Kadın Ana’nın torunu helva getirmişti bize.. Annem “Hayırdır?” dedi. Kızcağız “Sarı Paşa’nın ölüm yıl dönümü. Anneannem hatim indirdi, Yasin-i Şerif okuyarak helva kardı. Siz de Sarı Paşa’nın ruhuna Fatiha okuyun” dedi ve gitti..

Kadın Ana çok sayılan ve sevilen, Bağımsızlık Savaşı’ında erini bu topraklar için şehit vermiş, iki bebesini tek başına okutmuş yaşlı bir kadıncağızdı. Yazın beyaz, kışın ise kahverengi ehram kuşanırdı. Saçının tek bir telini bile gören hiç kimse yoktu. Dini bütündü. Namazında, niyazındaydı..

“Gel, Kadın Ana seçimlerde DP’ye oy ver” diyenlere verdiği cevap hala beynimde, sanki kızgın bir demirle dağlanmış misali hiç silinmeden durmaktadır..

“Haydi ordan gavurun dölleri… Bu minarelerde hala ezan okunuyorsa bilin ki bu Sarı Paşa’nın yüzü suyu hürmetinedir. Ben yaşadığım kadar Atatürk’ün Partisi’ne oy vercem. Adamı günaha sokmayın”

İşte böyle demişti benim cahil, eğitimsiz halkımın Kadın Ana’sı…Biz elimizle yanımızda saf tutan tüm Kadın Ana’ları öldürdük galiba..

Siz alınmayın, darılmayın, hatta üzerinize de hiç alınmayın. Ben bu yazıyı hani “Kendim yazdım, kendim okudum” diye yazdım.

Ama itiraf etmem gerekirse, ben bu eğitimsiz, cahil ve sadakaya muhtaç halkımı, şu meşhur alaca karanlık aydınları ile asla aynı kefeye koymam, aynı terazide tartmam.

Hiç anlamaya çalışmadığımız ve kendimizi anlatmak için hiç çaba sarf etmediğimiz “Benim cahil, eğitimsiz halkım” benim başımın tacıdır.

Atatürk’ün sofrasında “Milletin efendisi geliyor, ona yer açın” dediği insanlara biz de gönül kapımızı açar ve onlarla kucaklaşmayı başarırsak, inanın Kemalist Devrim daha tez zamanda hayata geçecek ve Tam Bağımsız Türkiye yeniden inşa edilecektir.

FİGEN ÖZEN

İLK KURŞUN

1 yorum:

  1. Teşekkürler sevgili Tufan.. Bunun gibi değerli ve asla unutulmaması gereken bilgiler senin sayfalarında yeniden can bulduğu için..

    YanıtlaSil