4 Aralık 2025

SİBEL EDMOND, CIA'NIN ERDOĞAN'I NASIL ÇÖZDÜĞÜNÜ ANLATIYOR.





Uzun süre Türkiye'de yaşadım ve Türkiye iç politikasını çok yakından takip ediyorum. Ve doğrusu, benim FBI muhbirlik davamın konusu aslında ABD-Türkiye arasındaki gizli görüşmeleri deşifre etmemden kaynaklanıyor.
...
bu yüzden hem ABD'de, ABD çıkarlarına zarar verdiğim, hem de Türkiye'de Türkiye çıkarlarına zarar verdiğim gerekçesiyle iki ülkede de tamamen dışlandım.
...
İnsanlar Twitter üzerinden, sıradan vatandaşlar, soruyorlar, "Erdoğan hakkında düşüncelerinizi bizimle paylaşabilir misiniz", yazdığım makalede bunu yapmaya çalıştım, ve insanların konuyu doğru anlayabilmesi için, ciddi bir tarihi arka plan bilgisi vermek zorunda kaldım.
...
İnsanlar şaşırıyor, Erdoğan önceleri bir melekken, nasıl oldu da ABD için şimdi bir şeytan, bir düşman haline gelebildi, bu sistem nasıl çalışıyor? CIA'nın kukla hükümetler kurduğu, onları kullandığı, ve ardından bir gecede onları nasıl yok ettikleri bilenen bir gerçek. Aynı şey Erdoğan'ın da başına geliyor.
 
Ah evet, bu durum pek çok Amerikalı'ya Donald Rumsfeld'in Saddam'la tokalaştığı o unutulmaz görüntüleri, ve daha sonra gözden düştüğünde işgal ve yok edilişini hatırlatıyor.
 
Aynı süreç, Erdoğan'la ilişkilerde de açıkça görülüyor.
...
Ve Erdoğan'ın tasfiye süreci Gezi Parkı olayları ile başlamış gibi görünüyor, ancak makalenizde de belirttiğiniz gibi bunun çok daha geniş çaplı, farklı nedenleri var. Örneğin daha önce Bir Gladyo Projesi: Fetullah Gülen röportajımızda anlattığınız gibi Gülen'le de bağlantılı.
 
Peki, bu değişimin nedeni nedir? Erdoğan neden gözden düştü?
 
Evet, bütün bunlar bana göre Gülen ve Erdoğan arasındaki kavgayla başladı. Gülen cemaati AKP'nin hükümet olması için çok ciddi destek verdi, Erdoğan ve Gül'ün bütün bürokratları Gülen cemaatinin desteğiyle geldi o noktalara.
 
Ancak burda şuna dikkat etmek gerekiyor, Gülen sadece bir sembol. Asıl önemli olan ve işi yapan Gülen markası. 1997'den sonra CIA Gülen'i oyuna dahil etti. Gülen Türkiye'de şeriat düzeni kurmak istiyor ve suçlarından dolayı aranıyordu. CIA onu ABD'ye getirdi ve ne tesadüf ki CIA merkezinin hemen yanı başında bir eve yerleştirdi. Gülen şu anda 15 yıldır ABD'de yaşıyor ve 20-25 milyar dolarlık bir ağı kontrol ediyor ve kimse gerçekten bu paranın nerden geldiğini bilmiyor. Bu Gladyo A planı idi.
....
Gülen'in ABD dışında CIA ile birlikte açtığı okullar, camiler, medreseler birer birer kapatılıyor çünkü bu ülkeler, Gülen cemaatinin varlığının kendi ülkelerinin ulusal güvenliğine bir tehdit olduğunu, CIA ile ortak operasyonlarda kullanıldığını kavradılar.
 
Gülen cemaati ve CIA bununla kalmadı tabii ki, Türkiye'de büyük bir medya ağı kuruldu, satın almalar yoluyla, polis teşkilatına, hukuk, ve askeri alanlara sızdılar. Ve işte bu güç ağı, yani Gülen ve CIA ortak hareketi, Erdoğan'ı parlatarak hükümete taşıdı.
 
Aslında 97'de Erdoğan'ın üyesi olduğu parti askerlerin müdahalesiyle kapatılmış, Erdoğan hapse atılmış iken, 2002'de bu kez askerler geri adım attı, sessiz kaldı ve Erdoğan'ın başbakan olmasına izin verdi. Peki 1997-2002 arasında değişen neydi? Evet, artık Gladyo B planına geçilmişti, Gülen ABD'deydi artık.
 
Erdoğan o sırada değişmiş, aşırı güven kazanmış, beslenmiş, ve artık "bu imama artık boyun eğmek zorunda değilim, halk beni seviyor ve ben ne dersem inanıyorlar" demeye başladı. "İmam kabul etse de etmese de ben kendi istediklerimi artık özgürce yapabilirim" diyordu.
 
Erdoğan'daki bu aşırı güven sadece bir neden. Diğer bir neden de Erdoğan'ın İsrail'e karşı sert tutumu, sözünü geçirebiliyor görüntüsüydü. Türkiye'deki bütün partilere, medyaya rağmen bunu eleştiren de ne var ki Fetullah Gülen'di. Ve bu arada, bir yan not olarak şunu söyleyeyim ki, Gülen'in ABD'deki en büyük destekçisi de ordaki Yahudi lobisiydi. İsterseniz Google'a gidip, en büyük Yahudi lobisi olan aipac'i, ya da atc'yi sorgulayın "gülen aipac" şeklinde.
 
İlginç olan bir İslam Mollası, İmamı olan Gülen (!), Yahudi lobisi tarafından destekleniyordu.
 
Tek başına bu durum bile, insanların Gülen hakkında şüphe duyması, soru sormaya başlaması için yeterli bir nedendir.
 
Bu da Erdoğan Gülen arasındaki kavganın ikinci nedeniydi, yani Yahudi lobisinin desteklediği Gülen, Erdoğan'ın İsrail'e karşı sert çıkışlarını doğru bulmuyordu.
 
Ayrılık çanları çalmaya başlamıştı. Ve ardından Suriye konusu geldi. Türkiye, AKP hükümeti Suriye'deki muhalifleri eğitiyor, silahlandırıyor, ve bütün bunlar ABD tarafından, İncirlik üzerinden yönetiliyordu.
 
Buraya kadar her şey yolunda gidiyordu, ABD emrediyor, Erdoğan uyguluyor, Esad'ın devrilmesi için gereken her şey yapılıyordu. Ancak beklenmedik bir şey oldu, ABD'de Esad'a uygulanan şiddet, saldırı hoş karşılanmamaya başlandı. Obama bu konudaki desteğini yitiriyordu. Ve tam bu noktada Rusya'nın devreye girmesi ABD'yi geri adım atmak zorunda bıraktı.
 
Ve işte tam bu sırada, Erdoğan'ın uyguladığı ABD emirleri Türk halkı tarafından sorgulanmaya başlandı. Türk halkı olanlardan, yapılanlardan hiç de memnun değillerdi. Çünkü Türkiye Suriye ile, Esad ile son derece iyi ilişkilere sahipti, ayrıca, Suriye Müslüman bir komşu ülkeydi.
 
ABD geri çekilince, Erdoğan tamamen ortada kaldı. Artık halkı arasında popüler değil, nefret edilen bir lider olmaya başlamıştı. ABD artık verdiği sözleri tutmuyor, Erdoğan'ı tamamen yalnız bırakıyordu ki bu da Erdoğan'ı oldukça sinirlendirmişti. Bu da üçüncü bir neden oldu.
 
Bu noktada başka bir olay patlak verdi; Gezi Parkı olayları. Gülen, Erdoğan'la aralarındaki kavgada, bunu bir fırsat olarak değerlendirmek istedi. Ve Gülen protestolara kendi cemaatinden insanları soktu. Erdoğan başına neler geleceğini anlamıştı. CIA ve Gülen işe el atmış, protestolarda aktif rol oynamaya başlamıştı. Erdoğan bunu net olarak görüyordu.
 
Şüphesiz Gezi Parkı olayları gerçek halk tarafından başlatılmıştı, ancak CIA'nın kontrolündeki Gülen cemaati bunu, bu fırsatı değerlendirmekte gecikmemişti. Ve eş zamanlı olarak ABD ve Avrupa basınında Erdoğan "diktatör" olarak anılmaya başlandı. Erdoğan'ın El Kaide ile ilişkileri ortalığa dökülmeye başlandı ki, El Kaide'nin de ne tür bir operasyon olduğunu biz açıklamaya, deşifre etmeye daha önce çalışmıştık. Erdoğan artık El Kaide'nin parasal kaynak sağlayıcıları ile bağlantırılıyordu. Ve bütün bunlar, bu operasyonlar CIA tarafından yönetiliyordu.
 
Peki, bütün bunlar gayet açık, anlaşılabilir ancak benim kafama takılan soru şu, Gülen'le, daha doğrusu;
 
"CIA ile Erdoğan arasında bir sorun varsa eğer, bu sorunun nedeni nedir, CIA Türkiye'den, Erdoğan'dan ne istiyor?"
 
Erdoğan, AKP sadece birer sembol, tıpkı diğer ülkelerdeki kukla hükümetler gibi, Obama gibi, George Bush gibi. Asıl önemli olan, bu sembolün arkasındaki güç, yani CIA, yani ABD Silah Sanayi. CIA'nın yapmak istediği, söz konusu ülkeyi tamamen kontrol altına almak, iç ve dış politikasını yönetmekti, ki son derece düzgün bir şekilde çalıştı, diledikleri kukla hükümeti, yani Erdoğan'ı getirmeyi ve uzun süre hükümette tutmayı başardılar.
 
CIA'nın planı, Türkiye'yi bir model ülke olarak kullanmak, ve diğer ülkeleri de aynı şekilde hizaya getirmekti, Ilımlı İslam projesini Orta Doğu'da uygulamaya geçirmekti. Erdoğan ve Gülen, daha doğrusu CIA arasındaki sorun, bu planları aksatıyordu. CIA, kullandığı kuklalarından birinin (Erdoğan) kontrolünü kaybediyordu, bu arada Gül'le hiçbir sorunları yoktu. Gül iyi bir uşak (bu kelime aynen kullanılıyor görüntülerde) olmuştu, emirleri harfiyen uyguluyordu.
 
Erdoğan boyun eğmeyeceğini göstermek için, bir mesaj vermek için şunu söyledi;
 
"milyarlarca dolarlık silah alımlarını sizinle değil, ABD ile değil, Çin'le yapacağım".
 
Bu ölümcül bir hataydı, bu ABD ve NATO'nun en üst düzey kurallarından birinin ihlali anlamına geliyordu, yapılabilecek son şeydi. İşte bu, NATO ve ABD Silah Sanayisini çileden çıkardı.
 
Ve Erdoğan daha da ileri giderek, AB'ye girmek için yıllardır beklediklerini ve bunun gerçekleşmeyeceğini anladığını, bunun yerine Şangay Birliği'ne katılmak istediğini söyledi. Ve resmen başvuruda bulundu. Ve bu davranış yine, çiğnenebilecek en son kurallardan biriydi. Bir kukla, kukla oynatıcısına karşı, sahibine karşı isyana kalkmıştı.
 
İşte bunları yaptığınızda, son kullanma tarihiniz dolmuş demektir. kim olursanız olun artık bitmiştir. Ve ABD'nin uygulayacağı cezanın diğer ülkeler için ibretlik olması gerekiyordu, çünkü bu durum başkaları tarafından örnek alınabilirdi, bu risk göze alınamazdı.
 
Erdoğan'a şu ihtimaller sunuldu, tabii bunları hiçbir yerde duyamazsınız;
 
Birincisi, geri adım atacaksın, her şeyi geri saracak, İsrail'le ilişkilerini düzeltecek, Çin'den silah almaktan vazgeçeceksin, Şangay'dan uzak duracaksın, Gülen'den özür dileyeceksin, bu senin birinci seçeneğin.
 
İkinci seçeneğin, sessizce istifa edip gideceksin. Çünkü biz hali hazırda senin yerine gelecekleri belirledik (Ç.N: CHP!). şu ana kadar çalıp çırptığın paraları da beraberinde götürebilirsin. Senden öncekiler de çaldı, sen de çaldın, ve bunlarla İngiltere'ye gitmene izin vereceğiz.
 
Üçüncü seçeneğin ise bizi beklemek olacaktır ki bu sana iki senaryo sunar; Kaddafi gibi, Saddam gibi yok edilirsin, seni Taksim meydanında, Gezi Parkı'nda öldürürüz. ikinci senaryo da, Mübarek gibi korkak bir şekilde teslim olabilirsin, seni İngiltere'de bir hapishaneye atarız, yaşamının kalanını orda sürdürürsün.
 
İşte şu anda, Erdoğan bu seçeneklerle karşı karşıya. Bu seçenekler Kaddafi, Saddam ve Mübarek'e sunulanlarla aynı, CIA böyle çalışıyor. Senaryolar o kadar aynı, şaşmaz ve detaylarıyla benzer ki, insan neredeyse aynı şeyleri tekrar tekrar görmekten sıkılıyor.
 
Ve birkaç ay içinde sonucu göreceğiz, çünkü bu durum fazla uzun sürmeyecek.
 
 
Sibel Deniz Edmonds is a former Federal Bureau of Investigation (FBI) translator and founder of the National Security Whistleblowers Coalition (NSWBC).

11 Kasım 2023

 




Kezban...

Bu hikâye Malatya’da geçer. Bu, bir tercüman eşliğinde eğlenmek için geneleve gelen iki Amerikalı coni ile genelevde çalışan Kezban’ın hikayesidir..!!! Ah Kezban ah, eli öpülesi Kezban ..!!! Belki de şimdi yaşamıyorsun. Keşke yaşasaydın da görseydin, gerçek orospunun kim olduğunu.. !!! Menderes’in Türkiye’yi ‘küçük Amerika’ yapmaya çalıştığı günlerde, yani 1955-1960′lı yıllarda yaşanmış gerçek bir hayat hikâyesidir… Malatya’nın en canlı sokaklarından biri de, genelev sokağıdır… Gündüz Cumhuriyet Bayramı kutlanmıştı.. Gece saat 12′ye yaklaştığı sırada içeriye ağızlarında pipo, Sarı saçlı, uzun boylu iki kişi ile beraber şık giyinmiş şişman bir adam girdi. Bu iki yabancı, ‘uzman’ sıfatıyla bir dost memleketten getirilmişlerdi… Bir yıldır yakındaki 15.000 nüfuslu bir Anadolu kasabasında görevliydiler… Kasabanın kaymakamına isteklerini anlattıklarında, Kaymakam kasabada böyle bir şey olamayacağını, arzu ederlerse falanca yerdeki ‘Türk pavyon’una gitmelerini tavsiye etmişti… Bunun üzerine iki genç, tercümanlarını da yanlarına alarak önce Malatya’ya, sonra da faytoncunun rehberliğinde buraya gelmişlerdi… Yani Malatya genelevi’ne..!!! İlk dakikalarda yadırgadıkları bu yer, git gide hoşlarına gitmişti. Akşamdan beri 25 müşteri savmış olan Kezban, gramofona oynak bir plâk koymuş, kırmızı mayosunun içinde dönüp duruyordu… Yabancılar Kezban’ı seyretmeye başladılar. Sonunda Kezban’ı işaret ederek, tercümanlarına bir şeyler dediler… Tercüman çaça kadın’a : - Mösyöler bayanı istiyor..!!! Tercümanı duyan Kezban adamlara şöyle bir baktı… Sonra : - Müthiş yorgunum anne. Mazur görsünler..!!! Cevap tercüme edilince, yabancılardan uzun boylusu sertleşen sesi ile : - Ne demek..?!!! - Böyle yerlerde müşteri reddedilmez ..!!! diye diklendi… Kezban hiddetlenerek : - Yorgunum efendim..!!!.. Lâftan anlamaz mısınız siz..?!!! Tercüman : - Bu mösyölerin kim olduğunu bilmiyorsun galiba ..?!!! Hem bir orospu müşterisinin arzusunu yerine getirmeye mecburdur..!!! Kezban : - Ben bir orospuyum..!!! Ama bu mösyöler kim olursa olsunlar, arzularını yerine getirmeyeceğim..!!! Diğer kadınlar şaşkın şaşkın ona bakmaktaydılar… Kezban’ı o güne kadar hep para canlısı olarak düşünmüşlerdi..!!! Tercüman yediği hakareti hazmedememişti : - Senin gibilerinin hakkından polis gelir..!!! - Buyrun efendim, polis iki adımlık yerde..!!! Şişman tercüman hışımla dışarı çıktı. Biraz sonra yaşlıca bir polisle içeri girdi… Ecnebilere karşı daima nazik olmayı, onlara kolaylık göstermeyi vazifesinin mühim bir düsturu sayan polis, Kezban’a : - Mösyöler seni çiftetelli oynarken bulmuşlar… Demek ki yorgunluk bahane… Şu halde sebep ne Kezban..?!!! - Sadece istemiyorum..!!! - Fakat vazifeni unutuyorsun. Sonra senin için fena olur..!!! Genelevin dilberi Kezban, âdeta deliye döndü : - Bana hiç bir şey olmaz, polis bey..!!! Ben gavurlara orospuluk yapmam polis bey ..! Beni nihayet buradan başka bir yere sürebilirsiniz…! Fakat sürüleceğim yer gene Türk ili değil mi ..?!!! Herkes susuyor, iki yabancı alık alık bakıyordu… Kezban ise yumruklarını sallayarak söyleniyordu : - Ben gavur orospusu değilim, polis bey..! - Ben Türk orospusuyum..!!! Diğer kadınlar başlarını önlerine eğmişlerdi… Yaşlı polis ise gözlerindeki ıslaklığı göstermemek için, ağır ağır bahçeye çıkarken Kezban hâlâ bağırıyordu : - Ben gavurun altına yatmam, polis bey..! - Ben Türklerin orospusuyum..! - Gâvurun değil..! Bu anlatılanlar, kaderin sillesini yemiş vesikalı Kezban’ın ; cılız öpülesi elleriyle ; ülkemizi işgal eden gâvurlara attığı yaman tokadın hikâyesidir… İşte böyleee … Bir kaç dolar kazanabilmek için, yabancıların önünde eğilen bütün politikacılarımıza… İş adamlarımıza… Bürokratlarımıza… Medya mensuplarına… Ve “keşke İngilizlerin idaresinde olsaydık ” diyebilen o çok namuslu ( !!! ) Hanım kızlarımıza… Ve, Keşke YUNAN kazansaydı diyen YOBAZ orospulara…

5 Şubat 2019

ANKARA’DA GİDİLECEK NERE VAR Kİ?





Bu soruyu, Ankara’yı beğenmemek/ küçümsemek anlamında, AKP’nin Kayserili Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı adayı Mehmet Özhaseki sormuş. Yanıtını da kendisi vermiş: Hacı Bayram, Anıtkabir, bir de Külliye!..

Üniversiteyi Ankara’da okumuş, 8 yıl kadar uzaklaştıktan sonra tekrar dönüp 40’lı yaşların ortalarına kadar bu kentte yaşamış ve kent AKP’nin eline geçmeden önce ayrılmış, bir eski Ankara sevdalısı olarak bu söz bana dokundu.

Sayın Özhaseki, siz ele geçirip metamorfoza uğratmadan önce Ankara, ‘Güzel Ankara’ idi…

Ankara, her şeyden önce bir ‘Kültür Kenti’ idi…

Tiyatro, opera, bale, müzik, sergi, söyleşi/ dinleti denince akla Ankara gelirdi…
Devlet Tiyatrolarının başta Ulus’takiler (Büyük Tiyatro, Küçük Tiyatro, Türkoçağı, Oda Tiyatrosu) olmak üzere, Kızılay’da, Kavaklıdere’de ve Altındağ’da sahneleri vardı. Buralarda öyle sıradan oyunlar değil, 12. Gece, Damdaki Kemancı, kral Lear gibi müzikaller/ büyük yapımlar sahneye konur ve hep kapalı gişe oynanırdı. Öyle ki, bir hafta sonrası için bilet almak üzere millet geceden kuyruğa girerdi.

Ayrıca, Devlet Tiyatrolarının dışında, başta her oyunu ses getiren Ankara Sanat Tiyatrosu (AST) olmak üzere birçok özel tiyatro vardı ve bunlar da hep kapalı gişe oynardı.

“‘MİLLET BUNLARI İSTEMİYOR’ DEMEYİN OPERAYA DA BALEYE DE TİYATROYA DA TÜRBANLI KADINLARIMIZ DA TÜRBANSIZLAR KADAR AŞIRI İLGİ GÖSTERİYOR”

Ankara denilince Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası (CSO) akla gelirdi. CSO, cuma akşamları ve cumartesi sabahları olmak üzere haftada 2 konser verirdi. Cumartesi günlerinin baş dinleyicileri İsmet Paşa ve Mevhibe Hanımefendi çifti idi. Salona el ele gelir ve alkışlayanları sevgi ile selamlayarak, sağ en ön baştaki, Paşa’nın kulaklıklarının bulunduğu yerlerine otururlardı.

Ankara’da 25 yıldır yerelde, 17 yıldır da genelde iktidarsınız. Bu süre içinde Ankara’nın nüfusu birkaç kat arttı. Bu artışa koşut olarak sahne sayısını arttırdınız mı? Tam tersine sayı azaldı; Devlet Tiyatrosu ile Opera ve Balesi’nin ödeneklerini, sanatçıların ücretlerini kıstınız; dolayısıyla oyunların kalitesi düştü. CSO’nun yanında ikinci bir senfoni orkestrası kurmak bir yana, CSO konser verecek salon bulamaz oldu…


‘Millet bunları istemiyor’ demeyin; bir taşra kenti Samsun’da bile opera, bale ve tiyatro oyunlarının biletleri bir ay önceden tükeniyor. Şubat’ta Fazıl Say gelecek, biletler 3 ay önce, satışa çıktığı gün kapışıldı. Bir de siz hoşlanmayacaksınız belki ama, bizim mutlu olduğumuz bir bilgi vereyim: operaya da baleye de tiyatroya da türbanlı kadınlarımız da türbansızlar kadar aşırı ilgi gösteriyor!..

Millet değil ama sanırım sizler hoşlanmıyorsunuz. Söylendiğine göre, AKP iktidara geldikten sonra ‘Devlet Ricali’ CSO’ya gelmez olmuş. Oysa CSO, ‘ceddimiz ya da atamız’ dediğiniz, Osmanlı Halife Sultanı 2.Mahmut tarafından kurulmuştur.

“TAPARCASINA SEVDİĞİNİZ VE ‘ULU HAKAN’ DEDİĞİNİZ 2.ABDÜLHAMİD YILDIZ SARAYI’NDA TÜRK MÜZİĞİNİ YASAKLADI”

Sultan 2.Mahmut, Yeniçeri Ocağı ile birlikte Mehteran’ı da kaldırmış, ünlü İtalyan kompozitör Donizetti’yi getirmiş, Paşa unvanı vererek yeni ordusu ‘Asakir-i Mansure-i Muhammediye’ için bando teşkilatını, Saray için de ‘Mızıkayı Hümayun’u kurdurmuştur. Böylece Klasik Batı müziği Osmanlı’nın ‘Saray Müziği’ olmuştur. Klasik müziği en çok seven Padişah, taparcasına sevdiğiniz ve ‘Ulu Hakan’ diyerek TRT’de sürekli dizilerini yaptırıp göklere çıkardığınız 2.Abdülhamid’dir. Öyle ki 2.Abdülhamid Yıldız Sarayı’nda Türk müziğini yasaklamıştır. Aynı zamanda tiyatroyu da çok seven Sultan, Yıldız Sarayı’na tiyatro salonu yaptırmış ve burada Saray mensupları ile birlikte, sürekli hem tiyatro hem de klasik müzik konserleri dinlemiştir. Çocuklarının da klasik müziği çok sevdikleri ve oğlu Şehzade Faruk Efendi ile kızı Naima Sultan’ın çok iyi piyano virtüözleri olduğu bildirilmekte…


Klasik müzikten hoşlanmayan ve Osmanlı’nın kaldırdığı mehteranı çok seven sizler, bu durumda Osmanlı’nın gerisinde olmuyor musunuz?
‘Ankara’da nere var ki’ diyen Kayserili Beyefendi, sizden önce, özellikle yaz günleri, sıcaktan bunalmış Ankaralıların, ailece gelip bozkırın akşam serinliğinden yararlandıkları Gençlik Parkı vardı. İçinde bulunan lokantaları, açık hava tiyatro/ alaturka gazino vd. eğlence yerlerinde herkes kafasına göre takılır ve günün stresini atmış olarak evine dönerdi. Siz geldiniz orası mezbeleliğe döndü.

“‘KUVAYI MİLLİYE VE MİLLİ MÜCADELE’ KONUSUNDA, FETÖ İLE İLİŞKİDE OLDUĞU KADAR ‘HASSAS VE DUYGUSAL’ DEĞİLSİNİZ”

Sayın Özhaseki, yıllarca belediye başkanlığı yaptınız. Yurtdışına çıkmış hatta özel turlar düzenleyerek Pensilvanya’ya gitmişsiniz. Sanırım, göreviniz gereği, kentsel kültürünüzü/ görgünüzü arttırmak için, bu konuda öne çıkan kentleri de ziyaret etmişsinizdir. Umarım, görülmeye değer kentlerin başında bulunan Paris’i de görmüşsünüzdür. Elbette, görgüsüz zengin turistlerin yaptığı gibi, Champs-Elysées’deki marka butiklerde alışveriş yapıp, Eyfel Kulesi’nde fotoğraf çektirdikten sonra dönmemiş, başta bu bulvar olmak üzere diğer büyük bulvarları, köprüleri, parkları/ bahçeleri, müzeleri vs. gezmiş, incelemişsinizdir. Bu arada, Parislilerin ‘kentin akciğeri’ dedikleri Boulogne Ormanı’nı da görmüşsünüzdür. İşte, Paris’in Boulogne Ormanı gibi eskiden Ankara’nın da Atatürk’ten yadigar, Atatürk Orman Çiftliği (AOÇ) vardı. Ankara’nın yoksul halkı, hafta sonları banliyö treni ya da otobüs, dolmuş, hatta kamyonlarla buraya akın eder, özel dondurmasını yer, ayranını ya da birasını içer, piknik yapar, çoluk çocuğu ile oyun oynar, ciğerlerini temiz hava ile doldurarak akşam evlerine dönerlerdi. Yüz yıl sonrasını görebilen Büyük Dahi’nin yarattığı, Ankara için büyük bir şans olan bu çiftlik, sonrasında daha da geliştirileceğine, önünü göremeyen miyop ardılları tarafından yok edildi. Sizden öncekiler, sağdan soldan tırtıklayıp kemirmeye başlamışlardı. Ama gene de siz geldiğinizde, Paris’in Boulogne Ormanı kadar olmasa da New York’un Central Park’ı kadar bir yeşil alan vardı. 
Siz geldiniz, yeşili toptan yok edip orayı da Gençlik Parkı’na benzettiniz…

Kent merkezinde, Batı’dakiler kadar büyük olmasa da, halkın oturup soluklanacağı küçük parklar vardı. Hepsini yok ettiniz. Örneğin, Kızılay Meydanı’nın bir köşesinde, içinde meydana adını veren küçücük Kızılay binası olan Kızılay Parkı, diğer köşesinde, Türk ulusunun çalışarak yükselmesini simgeleyen görkemli anıtı ile Güven Park vardı. Sizden önce Kızılay binası yıkılıp yerine estetik yoksunu bir bina dikilerek Kızılay Parkı yok edildi. Siz de Güven Parkı’nı yok edip orayı Minibüs durağı yaptınız…


Kentler arabalar için değil, insanların sağlıklı yaşayabilmelerine göre tasarımlanır (tasarımlanmalıdır). Siz ise Güven Parkı minibüs parkı yaptığınız gibi yolları da alt üst geçitlerle doldurup köstebek yuvası haline getirerek insanları yürüyemez hale getirdiniz. Oysa geçmişte Ankaralıların en büyük zevki, yaz- kış Kızılay’da akşam turu atmaktı; şimdi gidemiyor, bile…

Sayın Özhaseki, başka bir konuşmanızda, geçmişteki FETÖ ile ilişkinizi, ‘hassas ve duygusal’ olmanıza bağlamışsınız. Öyle görülüyor ki ‘Kuvayı Milliye ve Milli Mücadele’ konusunda, FETÖ ile ilişkide olduğu kadar ‘hassas ve duygusal’ değilsiniz! Öyle olsaydınız, Ankara’da ilk görülecek yerler arasında Kuvayı Milliye ve Milli Mücadele’nin anılarını taşıyan mekanlar aklınıza gelirdi. Gazi Meclis gelirdi, Kalaba’daki ‘Ziraat Mektebi’ gelirdi, Gar’daki ‘Makas Binası’ gelirdi, Çankaya’daki ‘Bağ Evi’ gelirdi vs. İşte, ‘Güzel ANKARA’ denince akla buralar gelir, ‘Kuvayı Milliye ve Milli Mücadele Ruhu’ gelir.

Sayın Özhaseki, öyle görülüyor ki siz Ankara’yı kent olarak metamorfoza uğrattığınız gibi bu ruhu da yok ettiniz!..”

15 Ocak 2019

Zoya Kosmodemyanskaya



  • Bir annenin evladını koruduğu gibi ana yurdunu faşistlerden koruyan kadınlık onurunun, devrimci inancın, teslim alınamaz keskin iradenin adıdır Zoya Kosmodemyanskaya.. 18 yaşındadır. İkinci paylaşım savaşında ''Tanya'' kod adıyla Alman hedeflerine karşı gizli görev yürütürken bir hainin ihbarıyla Alman askerleri tarafından yakalanmıştır. Korkunç işkencelerden sonra Almanlar tarafından asılmıştır. ''duyuyorum nal seslerini, geliyor bizimkiler'' son sözleri olmuştur Zoya'nın ve Sovyet askerleri gelene kadar cesedi darağacında asılı kalmıştır.

     1942 yılının Ocak ayında gömülmüştür Zoya..


    Yıllar sonra Dünya'nın ilk kadın astronotunu uzaya gönderen Sovyetler, keşfettikleri bir kuyruklu yıldıza ''Zoya'' adını vermiştir. Dünya'da değil, evrende yaşayacaktır sonsuza kadar..

    Zoya asıldığında Bursa Ceza evindedir Nazım Hikmet. Hapishanedeyken yazdığı ''Tanya'' isimli şiirini O'na ve faşizme teslim olmayanlara adamıştır.

    Yıllar sonra Nazım'ı Moskova Havaalanında karşılayanlar arasından bir kadın, kendisine yaklaşarak; ''Bursa cezaevinde şiir yazdığınız Zoya benim kızımdır'' der..

    ve yine uzun yıllar geçer aradan.. Yine bir hapishanede, idamını bekleyen genç bir adam, haykırarak okur Tanya'yı.. Deniz Gezmiş'tir o genç adam..

    ve Zoya'nın sırtında kibrit yakıp O'na tecavüz eden Nazilerin tepesine demirden bir yumruk olup inen Stalin.. 
    Saygıyla anıyoruz hepsini..
    ve ''duyuyoruz nal seslerini..''

    8 Kasım 2018

    Andımızı neden istemiyorlar..



    Yazar Arslan Bulut, Erdoğan’ın Andımız konusundaki geri atmaz tutumunu ve Türkçe ezan ile bir tutma girişimini çarpıcı bir analizle irdeledi. Bulut, ‘İşin ardında çok büyük bir proje var’ dedi.
    İşte o yazı…
    “Türk’üm, doğruyum”dan Kürtler mi rahatsız? Bence ABD’nin kara ordusu durumundaki bölücü örgütlere teslim olmamış Kürtlerin Türklükle hiçbir sorunu yoktur! Aksine, Kürtlerin kaderi Türklerle birlikte yazılmıştır. Türk’ün olduğu yerde Kürt de vardır. Türk varsa, orada Kürt de vardır. Türk yoksa Kürt de yoktur.
    “Türküm, doğruyum”dan ise “Türk tarihinin hakkından gelmek lâzım” diyen Karen Fogg’un şahsında Avrupa ve ABD rahatsızdır. Fakat bu rahatsızlık sadece bir söylem değil, ciddi bir projenin yansımasıdır.
    The Wall Street Journal gazetesinin 28 Kasım 2006 tarihli sayısında Hugh Pope, Türkiye’de Türklük oranının yüzde 10 olduğunu iddia etti ve yazısını Boğaziçi Üniversitesi’nin yaptırdığı bir araştırmaya dayandırdı. Türkiye medyasından da bu fikre destek verenler oldu.
    Oysa bu tür propagandalar, 20’nci yüzyılın başında Türkleri Anadolu’dan çıkarmak isteyen işgalcilerin laflarıydı. Üstelik 1993’te Tarhan Erdem yönetiminde yapılan Konda araştırmasında doğrudan Türk olduklarını söyleyenlerin oranı yüzde 86’dır. “Müslüman Türküm” diyenlerin eklenmesiyle bu oran yüzde 89.7’yi bulmaktadır.
    Yüzde 90’ı “Türk’üm” diyen bir ülkede, ilkokul çocuklarına millî benlik kazandırmayı hedefleyen ve artık gelenek haline gelen “Andımız”ı kaldırmak ise Türkiye’yi Türk devleti olmaktan çıkarmak isteyenleri çıldırtıyor. Bu ant durdukça, Türk kimliğiyle nasıl uğraşabilirler?
    Proje ise şudur: Mimarlığını Bernard Lewis’in yaptığı “İstanbul başkentli Ortadoğu Birleşik Devletleri Federasyonu” fikri Özal tarafından belli belirsiz bir şekilde ortaya atılmışsa da ilk olarak Talabani tarafından seslendirilmiştir. Talabani, 1996 yılı Mayıs ayında, “Hayalim İstanbul’un başkent olduğu Ortadoğu Birleşik Devletleri’dir” demişti. Projenin asıl sahibi MOSSAD’dır.
    Nitekim İsrail’in girişimiyle Türkiye, Irak, İran’ın yarısı, Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail, Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri, Yemen ve Mısır’ın tek bir federasyonda birleştirilmesi açıkça ortaya konulmuş; buna yönelik olarak Ortadoğu Güvenlik ve İşbirliği Konferansı hazırlanmıştı. Turgut Özal’ın ani ölümü bütün bu planları altüst etmişti. “Büyük İsrail” dedikleri de Ortadoğu Birleşik Devletleri’dir…
    Bölgede Türk, Arap gibi kimliklerin yerine bir Orta Doğu kimliğinin oluşturulabileceğini iddia eden Lewis, Baba Bush’un baş danışmanıydı! Küresel sermaye ise ABD, İngiltere ve İsrail’i savaş aygıtı olarak kullanıp, İran, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Pakistan, Afganistan, Kırgızistan ve Özbekistan’ı hatta Doğu Türkistan’ı da dahil ederek, 1. Dünya Savaşı öncesinde İngiltere’nin geliştirdiği, “İslam dünyasını ılımlı bir halife şemsiyesinde ve 4’lü konfederasyon modeli ile yönetmek” projesini hayata geçirmeye çalışıyor…
    Aslında bu proje, 1996 yılında Bernard Lewis’in İstanbul’da verdiği “Orta Doğu’nun çok yönlü kimliği üzerine” konferansından önce, 1991 yılında yine İstanbul’da, Sosyalist Enternasyonal toplantısında dönemin İsrail Dışişleri Bakanı Şimon Perez tarafından da kısmen açıklanmıştı…
    Perez, o zaman, 21’inci yüzyılın su savaşları ile başlayabileceğini söylemiş ve çözüm olarak da “Orta Doğu Güvenlik ve İşbirliği Konferansı” toplanmasını, hatta Türkiye’nin önderliğinde bir “Orta Doğu Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı” kurulmasını önermişti…
    Proje, ilk olarak 1958’de Lübnan Başbakanı Sami Sulh ve Kamuran Bedir Han’ın katkılarıyla MOSSAD’ın geliştirdiği, bir siyasi partimizin 2002 seçim bildirgesine “OGİK desteklenecektir” şeklinde girebilen bir tasarımdır!
    Türkiye’yi Türkiye olmaktan çıkarmak için de Türk kimliğini yok etmeleri gerekiyor! Bunun önemli adımlarından biri de Türk çocuklarının her sabah “Türk’üm, doğruyum” diye ant içmesini yasaklamaktır! Konuyu “Türkçe ezan” tartışması ile birleştiriyorlar ki halkın kafası karışsın!