18 Ekim 2012

Allah kimseye evlat acısı yaşatmasın!..

 
Bir kısmımızın bu toplumun artık bir üyesi olamayacak kadar farklılaştığını
söyleyebilirim. Bunlardan bir de benim ve yargıya bugün kesin olarak vardım.
Bu yazımı kesinlikle okumanızı diliyorum.

Saygılarımla
 
 
16.10.2012 tarihinde tanık olduğum bir merasimde, bu toplumun ulaşmış olduğu kimliğin artık benim kimliğimle aynı olamayacak kadar farklılaştığını anladım. Eğer siz toplumun yaklaşımını ve anlayışını anlayamıyorsanız, o toplumun bir bireyi olmaktan uzaklaşmışısın demektir ya da o toplum, sizin, içinde rahat hareket edemeyeceğiniz ya da benimseyemeyeceğiniz kadar değişmiş demektir. Tanık olduğum şu sürecin üzerinde, ön yargılarınızı bir tarafa bırakarak bir insan olarak, ama sadece bir insan olarak düşünmenizi istiyorum.
 
Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu, Almanya’da ve Hacettepe Üniversitesinde dâhiliye uzmanı olmuş, başhekimlik, dekanlık yapmış ve İnönü Üniversitesinde Gastroenteroloji kliniğini kurmuş ve iki dönem İnönü Üniversitesi Rektörlüğünü yapmıştır. Rektörlüğünün çok başarılı geçtiğini, üniversiteye önemli tesisler kazandırdığını, çok sayıda bilimsel toplantıya destek olduğunu ve on binlerce ağaç diktirerek üniversitenin kıraç arazisinde neredeyse orman kimliği kazanacak bir koruluğu bu bölgeye kazandırmıştır.
 
Tanıdığımız Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu, cumhuriyete, laikliğe, bilimsel düşünceye sözde değil özde inanmış ve sahip çıkmış bir meslektaşımızdı. Bu yolda da cesur çıkışları olmuş bir yöneticimizdi.
 
Şu anda çeşitli suçlamalarla Silivri Cezaevinde, yaklaşık 4 yıldan bu yana tutuklu olarak (kesinleşmemiş bir suçtan dolayı değil) yatmaktadır ve bilebildiğimiz kadarıyla da ağır seyreden karaciğer kanserinden dolayı yaşamı tehdit altında olduğu söylenmektedir. Eğer varsa, suçunun ne olduğunu, bağımsız, hukuka ve adalete saygılı, insan haklarını ön planda tutan yüce mahkemelerimiz kuşkusuz kanıtlarıyla birlikte bu topluma kararlarıyla duyuracaklardır. Yargılama aşamasındaki bir davaya fikir beyan etmenin, görüş açıklamanın ve serzenişte bulunmanın hukuka aykırı olacağını bildiğim için bu konuyu burada kapatmalıyım.
 
Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’nun iki oğlu vardı. Biri şu anda Amerika’da eğitimdeymiş, diğeri Emir; benim de yakinden tanıdığım yakışıklı, saygılı, yüzünden güzellik akan, aydınlık yüzlü bir gençti ve Başkent Üniversitesi Hukuk Fakültesinde üçüncü sınıfta okuyordu. Her hafta sonu yalnız kalan anasını, babasını görmek üzere Silivri’ye götürüyor, onunla iki gün kalarak geri dönüyordu. 13.10.2012 tarihinde çok kötü bir trafik kazasında yaşamını yitirdi.
 
Emir’in cenaze ve defin törenine birçok insan gibi ben de katıldım. Benzer durumlarda yaşanan hüzün doğal olarak bu törenlerde de yaşandı. Hepimizin gözlerinden yaşlar aktı. Buna benzer hüzün veren olaylar dünyanın her yerinde ve ülkemizde de sıkça yaşanmıştır. Ancak bu süreçte yer alanların acıklı durumları, çizilen bu tabloya yerleştirildiğinde, belki de dünyanın en kahredici, üzücü ve düşündürücü bir sahnesi sahnelenmiş oldu.
 
Dünya güzeli oğlunu yitiren ana, başından itibaren; özellikle mezarın başında eridi bitti; bir ananın dramını bütün çıplaklığıyla görüyorduk. Belki, onu, kendisi bir hekim olan kocası teselli edebilecekti; acılarını bir nebze de olsa dindirebilecekti Gözlerimiz kocanın üzerindeydi. Ancak kocayı, yanında, arkasında, önünde, -her halde- yıllarca kucağına almış, sevmiş, öpmüş, koklamış yavrusunu son seyahatinde yalnız bırakarak kaçmasın diye en az görebildiğimiz 6 kolluk görevlisi çembere almıştı. Zaten 4 yıl tutukluluk ve ağır hastalığı nedeniyle neredeyse bitme aşamasına gelmişti. Bir zamanların saygın doktoru, saygı yöneticisi Prof. Dr. Fatih Hilmoğlu’nun gözlerindeki -çok az kimsenin anladığını düşündüğüm- acı ifade birçoğumuzun kalbine kurşun gibi oturdu. Hiç kimseye, yaşayan oğluna, üzüntülerin en büyüğünü yaşayan eşine bile yardım edecek durumda değildi. Belli ki sadece bir töreni yerine getirmek için izinli çıkmıştı.
 
Yasalar nereye kadar izin veriyor, nasıl veriyor bilemem; hukukçu değilim. Ancak Prof. Dr. Fatih Hilmoğlu’nun geniş bir koruma çemberi içinde Ankara’ya getirilip, evinde kalmasına izin verilmeden, geceyi Sincan Cezaevinde geçirmek, defin töreninin ardından (aynı gün mezarlıkta bu tören yaklaşık saat 16.00’da bitti) saat 19.00’da 4 yıldır tutuklu olduğu Silivride’ki koğuşuna götürülmek üzere izin verilmiş. Yani evinde çocuğunun ruhuna okunacak duaya bile âmin diyecek şans tanınmamıştı. Eşiyle birlikte yıllarca yavruları üşümesin diye yorganını örttükleri odaya, son bir defa birlikte bu yorganı katlamak için bir şans bile tanınmadı. Sanki Silivri kaçıyordu.
 
Bu yazıyı kaleme alırken ananın mezarı başındaki yok oluşunu, babanın gözlerindeki acı ifadeyi, bu durumu toplumun bir kara bahtı olarak görerek gözlerinde sicim gibi boşanan insanları bir türlü unutamıyorum. Anayasanın bile sık sık çiğnendiği bir ülkede, bir ailenin tarif edilemez bir acısına merhem olmamayı neden en katı yasalara bağlıyoruz? Biz bu kadar mı insanlık duygularımızdan uzaklaştık?
 
Eve ulaştığımda her şeyimle bütünleştiğimi düşündüğüm bu toplumun artık tarif edilen bir üyesi olmadığımı anladım. Bu kadar kin, bu kadar garez, bu kadar acımasızlık, bu kadar gaddarlık benim mensup olacağım topluluk olamaz. Eğer geleneğimiz buna izin veriyorsa, ben bu gelenekten değilim, eğer kültürümüz buna izin veriyorsa ben bu kültürden değilim, eğer milli duygularımız buna izin veriyorsa, ben bu milletten değilim, eğer dinimiz buna için veriyorsa ben bu dinden değilim. Belli ki kalabalığın içinde yalnız kalmış birkaç insandan biriyim.
 
Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu rektörlüğü sırasında birçok bilimsel toplantıya tam anlamıyla destek oldu. Beğensek de beğenmesek de tasvip etsek de etmese de o dönemde yöneticilik yapmış, birçok bildiriye ortak imza atmış, birçok kararı birlikte almış arkadaşlarını da gözlerimiz aradı. Onu yalnız bırakmayan politikacılarımız, bilim adamlarımız, bir zamanların yöneticileri vardı; ancak gözlerimizin aradığı çok kişiyi –en az bu acı olayda yanında olma ve ona manevi destek verme için bile- göremedik. İnsani bir görev için bile orada değillerdi. Belli ki sele kapılmış çok insanımız var.
 
Katılanları bu yazıyı yazarken şöyle bir tekrar gözden geçirdim. Nitelikli bir grubun olması, bir devrin özelliğini tanımlıyor gibiydi. Sele kapılanların gelmemiş olmasını daha hayırlı gördüm. Çünkü bir Azerbaycan atasözünde der ki: Sel geldiği zaman ilk olarak çer-çöp gelir.
 
Prof. Dr. Ali Demirsoy
16.10.2012

16 Ekim 2012

29 Ekim...

 
 

 
Kendi Everest'inize Tırmanın.
Nasuh Mahruki'nin kitabı bu.
" Herkes Everest'e tırmanamayabilir ama. Herkesin tırmanabileceği bir Everest'i vardır" diyor..
 
Cumhuriyet dediğin...
Nasuh'tur.

Sadece "bir kişi"nin "her şeyi" değiştirebileceğinin kanıtıdır o... Mustafa Kemal'in "Ey Türk gençliği" diye başladığı hitabeyi anlayan, kavrayan, gerçekleştirendir. Teslim olmayandır.
 
Hatırlayın..
Marmara depreminde sadece o ve bir avuç arkadaşı vardı. Memleket acz içinde ağıt yakarken, adeta uzaylı gibi indiler hayatımıza, sakin, bilgili, mütevazı.
 
Van'da gördük, binlerce olmuşlar. Sahte vicdanlar oturduğu yerde dizini dövüyormuş rolü yaparken, elini değil, hayatını taşın altına sokup, gitti sanılan 187 can'ı geri getirdiler.
 
Basiretsizler Coğrafyasının mantığını değiştirdi çünkü Nasuh...
Kabiliyetsizler ülkesinin, sırf kabiliyetsizlerden ibaret olmadığını gösterdi, yüreklendirdi, "Demek ki yapabiliriz"e model oldu.
Belediyelerin, itfaiyelerin, hatta silahlı kuvvetlerin bakış açısını değiştirdi.
Ulusal bilinç geliştirdi.
 
(99' da annesi vefat ettiğinde, Gölcük'te felaket bölgesindeydi, cenazeye gidemedi. Çünkü, oğlum şu an insan kurtarıyor, bireysel acımızı haber verip dikkatini dağıtmayayım diye düşünen muhteşem bir babanın oğlu o.)
 
(Osmanlı'da deniz kuvvetleri komutanlığı yapan sancak gemisinde vuruşurken yanarak şehit düşen, Nasuh oğlu Kaptan-ı Derya Ali Paşa'nın torunu... "Yanarak ölen" anlamına gelen Mahruki soyadını, şeref mirası olarak taşıyan sülalenin evladı.)
 
"Maldan mülkten, paradan puldan, candan canandan geçilir, vatandan geçilmez. Vatan lafla sevilmez, eylemle sevilir" diyor.
 
"Vatan sevgisi sorumluluk almaktır, dürüst namuslu yurttaşlar olarak, korkmadan, kaçmadan elini taşın altına koymaktır" diyor.
 
"Türkiye'yi Türkiye nin kendisinden başkası iyileştiremez" diyor.
 
Sevgili analar, babalar..
19 Mayıs
23 Nisan
9 Eylül
29 Ekim dediğin..
Bu ruhtur.
Nasuh'lar yetiştirin.
 
Kız, erkek, değerli gençler.
Davranın kardeşim.
Adım atın.
Everest'inize tırmanın.
 
 
İsim/ Şehir/ Bitki/ den bir bölüm.

"SOVYET-FİN SAVAŞI"

Amerika da Vietnam'a aynen böyle savaş ilan etmişti, ve yıllar sonra bu gerçeği açıklamak zorunda kaldılar.
 
 
 
 
Çoğumuz bilmez, azımız hatırlar. Oysa, "Sovyet-Fin Savaşı"nı, nedenlerini, sonuçlarını bilmemizde ve anımsamamızda yarar vardır.
Sovyet ordusu, 2. Dünya Savaşı'nın başlarında, 1939 sonbaharında, Finlandiya'ya saldırmıştı. "Finlandiya'nın, topraklarında Sovyetlere askeri üs vermeyi ve Rusya ile sınırında değişikler yapılmasını kabul etmemesi" bu saldırının gerekçelerindendi.
Dört Rus hudut koruyucusunun ölümüne yol açan top ateşinin Finlandiya'dan geldiği de ileri sürülmüştü. (Sonra bunun Rusya'dan atıldığı anlaşıldı.)
Sovyetler'in Finlandiya'nın üç misli kadar askeri, otuz misli uçağı, yüz misli de tankı vardı. Stalin, Finlandiya'nın en fazla iki hafta içinde bir baştan diğerine işgal edileceğine inanmaktaydı. Sovyet askerleri, hızlarını alamayıp Finlandiya'nın ötesinde yer alan İsveç'e girmemeleri konusunda resmen uyarılmışlardı.
 
Bütün bu avantajlarına rağmen savaş iki haftada bitmedi, üç ay sürdü. Finlilerin savaşta yiten 26 bin askerine karşı 127 bin Sovyet askeri öldü. Finlandiya baştan başa işgal edilemedi, topraklarının % 10 kadarı Rusya'ya bırakıldı ama bu ülke varlığını sürdürmeyi başardı.

Koskoca Sovyetler Birliği'nin ufak ve cılız bir ülke karşısında beklenmedik boyutta bocalaması nedendi?

Stalin'in ordunun komutanları arasında yaptırmış olduğu "temizlik"ti: Sovyet ordusu'nun 5 mareşalinden 3'ü, 15 ordu komutanından 13'ü, 9 amiralden 8'i, düzene karşı darbe tasarlamak, düşmanla işbirliği ve casuslukla suçlanarak öldürülmüş ya da hapislerde çürütülmüştü.

En seçkin komutanlarını yitirmiş ordu, ufacık bir düşman karşısında bile bu boyutta fire vermişti. O zamana ait arşivler açıldığından, bugün komutanlara yönelik  suçlamaların düzmece olduğunu, (Brezezinski ve birçok araştırıcının yorumlarına göre) Stalin'in yurttaşlarını korkutarak kontrol altında tutmak için böyle davrandığını bilmekteyiz. Sadece komutanlar değil, Osip Mandelstam, Boris Pasternak, Isaac Babel gibi önemli yazar ve V. Mayerhold gibi tiyatrocuların da benzer suçlamalarla karşılaşmış olmaları bu görüşü pekiştirmektedir.


Bugünü doğru yorumlamanın yolu, tarihi iyi bilmek ve tarihten gereken dersleri almaktan geçer.

 

2 Ekim 2012

Bu ülkede neler dönüyor, Ajan - Casus teknikleri..


 
 
Küresel güçler oyun sahasında rakibi etkisizleştirmek, yenmek, teslim almak, bir daha güç kazanmaması için öncelikli savaş soyunu olan istihbarat oyunu oynar. Her ülkede iktidarıyla muhalefetiyle, yandaşı ve karşıtı medyasıyla, akademisyenleriyle iktidar mücadelesi verilir. Tabii ki kullanılan en önemli argüman bilgidir. Ve bilgiyi elde etmek için kullanılan yöntem ve araçlardır. (İşte İstihbarat, Kum saati yayınları, İstihbarat ve İstihbaratçı, paraf yayınları)
 
Dünya'da siyasi casusluk yanındateknoloji ve sanayi casusluğu da yeni teknolojilerle birlikte ileri düzeye geldi.
 
Bununla birlikte muhalifleri sindirmek faaliyetlerini önlemek amacı ile Casusluk konusunda bilgilendiren istihbarata karşı koyma eğitimi de her alanda veriliyor.
 
Pasif Karşı Koyma:
Özellikle ortam dinlemesinin üzerinde duruluyor. Gerçek operasyonlarda çekilen görüntüler izlettiriliyor. Ve dinlemelerin nasıl yapıldığı anlatılıyor. Böcek adı verilen vericilerin yanı sıra; ortam dinlemesinde kullanılan diğer cihazlar tanıtılıyor. Cep telefonlarının basit bir programla vericiye dönüştüğü belirtilerek, telefondan yapılan ortam dinlemesini uygulamalı olarak gösteriliyor. Silinen tüm bilgilerin geri getirilmesinin, sahte CD nasıl düzenlenir, resmi yazılar nasıl tahrif edilir, bilgisayarlara yükleme nasıl yapılır, bilgisayar dosyaları nasıl takip edilir, teknik bilgileri veriliyor.
 
Sokaklar ajan dolu. İstihbaratçılar, masa başına terfi edince bilgi akışı hız kazandı. Halktan ihbar beklenme yolu tercih edilmeye başlandı. Gönüllüler ordusu ise her geçen gün artıyor.
 
Destek vermenin, kişiler ve kurumlar için bir onur ve görev olduğu anlayışı hakim olmaya başlayınca elaman temini konusunda sorun yaşanmıyor.
 
Ajan'ın özelliği; cesur, baskıya ve strese dayanıklı olması, tepkilerini kontrol edebilmesidir.
 
İstihbarat örgütlerinin zayıf ve üstün yönleri
Üç zayıf noktası
- İdari konularla ilgili teknik personel (mühendis, mimar ve tekniker) yetersizliği.
- ihtisaslaşmış personelin, idari görevlere atanmasıyla hasılanın alınamaması.
- emekli personelinin özlük haklarının, düşük seviyede olması.
 
Dört üstünlüğü
- Personelin, özel yaşamlarından feragat ederek kendilerinden beklenen görevleri özverili ve sabırlı bir şekilde yerine getirmesi.
- Personelin, görevini yerine getirirken teknoloji desteğinden faydalanması, hızlı şekilde bilgi paylaşımını sağlaması.
- Personelinin, eğitim düzeyi oldukça yüksek, mevzuat bilgisi ve iş deneyimi çok olan kişilerden oluşması.
- Emeğe ve başarıya saygı duyulması ve personelin motive edilmesi.
 
Ajanlar cirit atıyor. Casus uyarısı yapılıyor.
Türkiye'de görevli yabancı ajanlar ve yerli iş birlikçileri muhalif olan herkesi fişliyor. Ajanlar;muhalif gazete, şirket, üniversite, gazeteci, akademisyen hakkında bilgi topluyor. Her kurum, her gazete, her şirket, İstihbarata Karşı Koyma Birimi kurmalı, yabancı servislerin Türkiye'ye karşı casusluk faaliyetlerini engellemek için harekete geçmeli, adı geçen ajanları deşifre etmelidir.
 
Elçi görünümlü ajanlar Resmi ziyaret adıyla önce vali ya da belediye başkanına göstermelik bir ziyaret düzenleniyor, ardından sözde sivil toplum kuruluşlarıyla temas ve ana uğrak yeri haline getiriyor. Ardından halkla yakın temas ve provokatör eylemlerin organize edilmesi geliyor.
 
Konsolos görünümlü ajanlar ve iş birlikçi siyasetçi, gazeteci, akademisyen, sivil toplum mensubu ajanlar iş başındadır!
 
ABD-İngiltere teknolojik bilgi destekli, Katar, Suudi Arabistan finans destekli yandaş iş birlikçi medya; yeni süreçle PKK terör örgütü gündemde olmakla birlikte ondan daha çok onun yerine devletin temel kurumlarını, vatanseverleri yok etmek, etkisizleştirme amacıyla kapsamlı bir terör örgütü operasyonu başlatıp yürütüyorlar.
 
Askerlere, aydınlara, gazetecilere yönelik örgüt yapılanması ile ilgili iş birlikçi medyaca kamuoyuna yansıtılan bilgiler belgeler; Türkiye'de yürütülen iktidar savaşının bir istihbarat savaşı halinde yürütüldüğünün çarpıcı örneklerini gösteriyor.
 
Kim kimden, nasıl ne şekilde bilgi edinir, belge elde eder ve bunu amaca uygun nasıl yansıtır ve kimi nasıl ne şekilde zan altında bırakılır? Bilinmesi gereken gerçeklik budur.
 
Türkiye'de yaşananlar, casuslar savaşının bir örneği değil mi? Kimin ne dediğine değil, kimlerle birlikte olduğuna dikkat edin.
 
Yanı başınızda oturan tiplere bakın, TV Ekranlarında siyasetçilerin akademisyenlerin yüzlerine bakın, gazete köşelerindeki yazılarda, kirli düşünceleri niyetleri ve ihanetleri görebilirsiniz.
 
 
Prof. Dr. Nurullah Aydın

1 Ekim 2012 Ankara