25 Mayıs 2013

Racon'un faturası...

 
 
 
 
Başrolünü Marlon Brando'nun oynadığı Baba (The Godfather) filmini sanırım izlemeyen kalmamıştır.1930-1940 süreci, Amerika'da mafya çetelerinin cirit attığı dönemdir. Kumar, yasa dışı içki üretim ve satışı, kadın ticareti ve uyuşturucu bu çetelerin elindedir.İşte böyle bir süreçte, Sicilyalı Don Corleone (Aslan yürek) Ailesi de New York'ta borusu öten güçlü mafya ailelerinin en önde gelenlerindendir. Marlon Brando'nun canlandırdığı Don Vito Corleone, bu güçlü mafya ailesinin başıdır, yani o "Baba"dır. Baba Don Vito Corleone, başı derde girip de yasal yollardan çözüm bulamayanların ve doğal yollardan amaçlarına kavuşamayanların başvurduğu yüce bir kişidir. Kendisine gelip elini öpenleri, asla eli boş çevirmez. 
Baba, yaptığı iyilikler karşılığı para kabul etmez. Onların kendisine dost olmasını ister, sırası gelince onlardan bir 'ricada' bulunacağını söyler. ‘Baba’ filminin hemen ilk açılış sahnelerinde işte bu ilişkilere tanık oluruz. Huzura önce şişman fırıncı Nazorine girer. Kızının ciddi bir ilişki içinde bulunduğu İtalyan genci, Amerika’da kaçak olarak yaşamaktadır. Fırıncı, Baba'dan bu gencin Amerikan vatandaşı yapılmasını istemektedir. Baba, gerekenin yapılacağına söz verir. Peki, karşılığı ne olacaktır? Racon kesilir: Sırası geldiğinde Baba, ondan bir ‘ricada’ bulunacak, o da bağlılığını kanıtlayacaktır.İkinci olarak Baba'nın huzuruna, bir pizza lokantası açmak için paraya ihtiyacı olan genç Antony girer. Baba, gereken parayı verir. Peki, karşılığı nasıl ödenecektir? Racon kesilir: Günü geldiğinde Baba, Antony'den bir ‘ricada’ bulunacak, genç adam da duraksamadan hizmete koşacaktır.
Baba, ‘özel konukları’ kabulü sürdürür.
Bu kez karşısında, orta yaşlı Bonasera durmaktadır. Biricik kızı, iki kişi tarafından cinsel ilişkiye zorlanmış, kızcağız direnince de hayvanca dövülüp hastanelik edilmiştir. Bonasera önce yasal yola başvurmuş, ancak mahkeme saldırganları salıvermiştir. Şimdi, Baba'dan adalet istemektedir.
Baba, “adalet yerini bulacaktır” der.Peki, Bonasera bu adaletin karşılığını nasıl ödeyecektir? Racon kesilir: Bir gün Baba, ondan buna karşılık bir hizmette bulunmasını isteyebilecektir.
 
 
Mafya kurallarına göre, racon kesildikten sonra sözünü tutmayanın kafası kopartılır!Mafya örgütleri Amerika'da hiç eksik olmadı.
Değişen dünya koşullarına ayak uyduran ve gelişen teknolojik olanaklardan yararlanan mafya örgütleri büyüdüler, güçlendiler, siyasetin içine girdiler, polis şefleriyle ve yargıçlarla çıkara dayalı sıkı bağlar kurup uluslararası üne ulaştılar.
Bu örgütlerin bazıları öylesine güçlendi ki, birleşip, ‘dünyayı yönetmek’ isteyen bir “Küresel Çete”ye dönüştüler! Bu küresel çetenin en başına da; CFR, Trilateral ve Bilderberg gibi yarı-gizli örgütleri oturttular. Bir de baktık ki, bu mafya örgütlerinin neredeyse tamamının yöneticilerini Siyonistler oluşturuyor! Ve bu kurnaz Siyonistler, eylemlerini ‘lobby’ adı altında yürütüyor! Artık 1940'ların Baba Don Vito Corleone'leri tarihe karışmış, yerini çok güçlü Siyonist Lobiler almıştır.

Mafya örgütleri çağ atlamış, ama temel ilke değişmemiştir. Günümüzün en güçlü mafya örgütleri olan Siyonist Lobiler de, tıpkı 70 yıl öncesi gibi, kendileriyle iş tutanlarla racon kesmektedirler.

Buraya kadar anlattıklarımın Türkiye ile ne ilgisi var?
Son 60 yıldır Türkiye'yi yönetmiş olanların büyük bir bölümü, sırayla bu Siyonist Lobilerin tezgâhından geçtiler, racon kestiler! Kimler miydi bunlar?Hem başbakanlık hem de cumhurbaşkanlığı yapmış olan Süleyman Demirel,Turgut Özal ve Abdullah Gül racon kesmiş olanların en başta gelenleridir! Ancak ben bu yazımda size, Siyonist Lobilerle en son racon kesmiş başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan'ı anlatacağım.

Baba'ların huzuruna çıkabilmek hiçte kolay değildir. Baba, öyle her isteyenle görüşmez! Yukarıda söylemeyi unuttum, Baba Don Vito Corleone'nin huzuruna türlü isteklerle çıkanların hepsi İtalyan'dır ve Baba'nın uzaktan da olsa tanıdığı kişilerdir.

Baba, ya uzaktan da olsa tanıdığı, ya da güvendiği kişileri önerdiklerini huzura kabul eder. Bu durum, zamanımızda da aynen geçerlidir. Öyle her ipini koparan New York'a koşup Siyonist Lobilerin önüne çıkamaz! Önce, kişinin kendisini onlara “güvenilir” olarak sunacak desteklere ihtiyacı vardır.
Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul Belediye Başkanlığı sürecinde (27.Mart.1994-12.Aralık.1997) önce ABD Başkonsolosu ile sıkı ilişkiler kurdu. Kendisini ona beğendirdi. New York'taki Siyonist Lobilere ilk olumlu sinyal o zaman gönderildi: “Recep Tayyip Erdoğan ile iş yapabilirsiniz!”

Recep Tayyip Erdoğan, yine belediye başkanlığı döneminde, İstanbul'da kurulu “Türkiye Musevileri Cemaati” ile çok içli-dışlı oldu. Onların bir dediğini iki etmedi. Kendisini onlara beğendirdi. Şu çok önemli gerçeği anımsatayım. Tüm Siyonistler, Yahudi'dir. Aman dikkat; ancak Yahudilerin tümü Siyonist değildir.
Bu nedenle, elbette Türkiye Musevileri Cemaati yöneticilerinin Siyonist olduklarını söylemiyorum! Ama şu gerçeği bilerek vurguluyorum:
New York'taki Siyonist Lobiler, Türkiye Musevileri Cemaati yöneticilerinin sözlerine hep çok değer vermişlerdir. Onlardan gelen hiçbir isteği geri çevirmemişlerdir. İşte size  örnek bir olay: Günümüz CHP'sinin 'ağır toplarından' İstanbul milletvekili Şükrü Elekdağ anlatıyor:
“Ben ABD'de büyükelçi iken zora girdiğimde Jak Kamhi'ye telefon ederdim. 48 saat içinde uçağa atlar gelirdi. Washington'da, Kongre'de Kamhi, Yahudi Lobisi'yle mücadele eder, Yahudi Lobisi'ni bizim lehimize seferber eder, harekete geçirirdi. O bakımdan çok büyük yardımları olmuştur.”

Türkiye Musevileri Cemaati'nden de New York'taki Siyonist Lobilere Recep Tayyip Erdoğan hakkında çok olumlu bilgiler gönderildi, “Recep Tayyip Erdoğan ile iş yapabilirsiniz!” denildi. Artık Recep Tayyip Erdoğan için, ABD'deki Siyonist Lobilerin kapısı açılmıştı. O, bu kapıdan bir gün gireceğini çok iyi biliyordu. Nitekim 4 Temmuz 2001 tarihinde aldığı özel bir davet üzerine ABD'ye giden Recep Tayyip Erdoğan, Siyonist Lobilerin huzuruna çıktı.

Recep Tayyip Erdoğan, isteğini bildirdi: Beni Türkiye'nin başbakanı yapın!Bu istek kabul edildi.Peki, Recep Tayyip Erdoğan bunun karşılığını nasıl ödeyecekti? Racon kesildi: Başbakan olduktan sonra sırasıyla şu ‘ricaları’ yerine getirecekti:
Kıbrıs, Rumlara verilecek. (Bu istek yerine getirildi).
 
    * Ermenistan ile sınırlar açılacak, sözde Ermeni soykırımı tanına(Açılım başlatıldı).
 
    * Güneydoğu Anadolu'da bir 'Federe Kürt Devleti' kurulmasının önü açılacak. (‘Kürt Açılımı’ ve daha sonra ‘Demokratik Açılım’ adı altında girişim başlatıldı).
 
    * ‘Yeni Osmanlı’ kavramı altında, Türkiye eyaletlere bölünecek. (Siyonist Lobilerin medyadaki ‘tetikçileri’ propagandayı başlattılar).
 
    * Türk ordusu yetkisiz ve etkisizleştirilecek. (‘Tetikçi’yazarların yuvalandığı Taraf gazetesinin önderliğinde medyada saldırılar sürüyor)
 
    * Türklerin elindeki tüm fabrikalar, işletmeler, bankalar, hava ve deniz limanları, madenler ve tarım toprakları, ‘özelleştirmek’ adı altında; ABD-AB-Siyonist İsrailli yabancılara -yok pahasına- satılacak. (Bu yönde yolun yarısı geçildi).
 
     * Başta Fırat ve Dicle nehirleri üzerindeki barajlar olmak üzere, Türkiye'nin tüm su kaynakları ve dağıtım şebekelerinin denetim ve yönetimi, ABD-AB-Siyonist İsrailli kurumlara devredilecek. (Siyonist İsrailliler, GAP bölgesinde çok yoğun çalışıyorlar)
 
     * İstanbul'da Heybeli ada Ruhban Okulu açılacak, Fener Kilisesi Başpapazı ‘ekümenik’  kabul edilecek ve onun başkanlığında İstanbul'da bir ‘Ortodoks Din Devletinin’ kurulmasının önü açılacak. (Girişime, Ruhban Okulu'ndan başlandı).
 
     * İran ‘hâlihazır düşman’, Rusya ise ‘potansiyel düşman’ olarak kabul edilecek.
 
Bir kez daha tekrarlayalım: Mafya kurallarına göre, racon kesildikten sonra sözünü tutmayanın kafası kopartılır! “Kafa kopartma”, her zaman fiziki anlamda değildir. Siyonist Mafya, başbakanlık koltuğuna oturttuğu kişiyi, raconu bozduğunda, al aşağı edip siyasetten silerek de kafa kopartmış olur!

İşin özü şudur; 4 Temmuz 2001 tarihinde ABD'de Siyonist Lobilerle racon kesen Recep Tayyip Erdoğan bugünlerde çok sıkışmıştır. Bir yanda, Siyonist Babalar, artık ‘ricalarının’ daha fazla geciktirilmeden yerine getirilmesini istemektedir. Diğer yanda, tüm baskı, kuşatma ve dayatmalara rağmen ulusalcılar direnmekte, teslim olmamaktadır.

İşte bu koşullarda, Recep Tayyip Erdoğan; Anayasa, Anayasa Mahkemesi, Yargı, Yargının Bağımsızlığı, Basın Özgürlüğü, İfade Özgürlüğü gibi temel kurum ve; kavramları hiçe saymaktadır. Çünkü ya Siyonist Mafya nın ‘ricalarını’ yerine getirecek, ya da ‘kafası koparılacak’, yani koltuktan al aşağı edilecektir!

Bu gerçek fotoğrafı göz ardı ederek medyada “sözde uzman”ların yaptığı tüm yorumlar, analizler, irdelemeler, saptamalar ve saatlerce süren oturumlar, paneller, birer gölge oyunundan başka bir şey değildir, halkımızı uyutup oyalamaktan başka hiçbir işlevi yoktur.
 
Prof. Dr. Aysen Apaydın, Ankara Üniversitesi

16 Mayıs 2013

Türk kahvesinde işin "Öz"ü bu..



 
 
Dr. Mehmet  Öz- ki kendisine biz hâlâ Öz demekte ısrarcıyız- doğma büyüme Amerikalı. Öz’ün doktor babası, ta 1955’te Konya’dan ABD’ye göç etmiş. Bugün Dr. Öz, dünyaca ünlü bir kalp cerrahı olmanın ötesinde, sağlıklı yaşam şovuyla reyting rekorları kıran bir televizyon şahsiyeti.
Eğitiminden kültürüne, başarı hikayesinden esprilerine, her şeyiyle bir Amerikalı o. ‘Dr. Öz Show’, bugün bir fenomense, bunu Amerikalı olmasına borçlu. Ancak her sağlık tavsiyesi basınımızda büyük bir iştahla alıntılanan Öz’ün şöhreti, Türkiye sınırları içinde biraz zedelendi. Çünkü programında “Türk kahvesi” değil, “Yunan kahvesi” deyip bir güzel tanıtımını yaptı.

500 yıllık geçmiş
Gezici Türk Kahvesi Evi’nin kurucusu Gizem Şalcıgil White, Öz’e Türk kahvesinin 500 yıllık geçmişini hatırlatmak üzere internette imza kampanyası başlatmış... İşi Türk kahvesini tanıtmak olan, Türk asıllı bir başka Amerikalı’nın hassasiyetini anlıyorum ve hak da veriyorum. Fakat aslen Amerikalılara hitap eden Öz’ün, “Yunan kahvesi” demesinde kötü niyet göremiyorum... Bir kere Amerikalılar, “Türk kahvesi” dese anlamaz. Çünkü Türk kahvesi ABD’de bilinmez, pişirilmez. Öz’ün bile Yunan kahvesi diye içtiğine eminim. Buna karşılık Yunan göçmenlerin, Ege’nin yeme-içme kültürünü sahiplendikleri gibi kahveyi de tanıtmayı bizden kat kat daha iyi becerdikleri ortada. Kaldı ki aslen Türk diye, Mehmet Öz’ün Türkiye’yi tanıtma  mecburiyeti var mı, bu da ayrıca tartışılır. Yapsaydı hoş olurdu ama işte, köklerinden bu kadar uzak.

‘I-run’ da gitti gidiyor
Doktor Öz’e kızıp haddini bildireceğimize, neden dünyaya kendi mutfağımızı, kültürümüzü daha iyi tanıtamadığımızı düşünsek ya... Dünya Çin, Hint veya Yunan mutfağı dediğinizde ne olduğunu bilir. Türk mutfağıysa hâlâ  döner kebaptan ibaret sanılıyor. Belki  lokumu, baklavayı öğrenmiştir ecnebiler. Haricinde Osmanlı mutfağının zenginliğinden, birbirinden leziz mezelerden, zeytinyağlılardan, çorba, tatlı, pilav ve et yemeklerinden dünya bihaber...
Neden? Çünkü göçmenlerimizin pek azı, kendi kültürlerine sahip çıkmayı başardı. Kendi evinde pişirdiği tadı neden başkalarına tattırmak istemedi, buna   çaba harcamadı? Muamma...
Son 10 yıldır yeme-içme turizmi ve sağlıklı yaşam müthiş değer kazandı. Fakat biz uyanmadık, geç kaldık... Şimdi de rakı sofrasını aşağılayan, Anadolu kültürünün zenginliğini anlayamayan, bu topraklardan şarabın çıkmasının kıymetini kavrayamayan mantaliteyle pek ümit vaat etmiyoruz.
Hızlı kalkınmaya enerjimizi vermişken, milli içkimiz ayran da yakında  ‘başka milletlerin’ markası olarak lanse edilirse şaşırmayın. İşin ‘Öz’ü bu!

KISA KAHVE KÜLTÜRÜ
- Kahvenin anavatanı Etiyopya. 8’inci yüzyılda kızartılan ve ezilen kahve meyvelerinin, yağla kavrulup tuzlanarak yendiği söylenir.
- İlk kez 15’inci yüzyılın sonunda, Yemen’de sufi tarikatlarının müritleri kahveyi sıvı olarak içmiş. “Kahve Yemen’den gelir” deyimi bundan.
- Kahve çekirdeğinden yapılan bu yeni içecek, din bilgini sufi Muham-med ez-Zebhani’ye dayandırılır. -
Kahve alışkanlığı, hac yolları boyunca dervişler ve hacılar tarafından gündelik hayata sokuldu.
- Arapça’daki kahva, Türkçe kahve, Avrupa dillerine de cafe, coffee olarak geçti. Osmanlı Sarayı’na girişi, kesin olmasa da ya I. Selim ya da Kanuni zamanında.
- İstanbul’da ilk kahvehanenin açıldığı tarih, 1551. Osmanlı’nın buluşu, kahveyi güğüm ve cezvelerde pişirmek...
- Avrupa’ya resmen tanıtılma tarihiyse 1664: Kahve, ilk kez  XIV. Louis’nin sarayında içildi.
Kaynak: ‘Telvenin İzinde, Kahve ve Kahvehane Kültürü’-Kadir Şen


Mehveş Evin